SAĞLIK-EV-YAŞAM-BAKIM





Kullanışlı ve Şık Mutfak Setleri LCW Home’da


LCW Home, mutfaktaki ürün çeşitliliğini genişleterek tencere, tava ve saklama kapları olmak üzere tüm ihtiyaçları tek bir koleksiyonda sunuyor. Paslanmaz çelik, emaye ve granit malzemelerinden üretilen LCW Home tencere ve tava setleri, kullanım kolaylığı ve kalitesiyle fark yaratıyor.

LC Waikiki’nin ev ve yaşam alanları ürünlerinin yer aldığı LCW Home, mutfakların vazgeçilmezi olacak birbirinden kullanışlı ve şık mutfak ürünlerini koleksiyonuna kattı.  LCW Home tencere ve tava setleri, üç katmanlı granit yapışmaz kaplamaları sayesinde yüksek sıcaklıklara dayanabiliyor ve kolayca temizleniyor. Paslanmaz çelik tencere ve tava setleri ise susuz ve yağsız pişirmeler için tercih ediliyor. 

El yakmayan ergonomik paslanmaz çelik kulp ve tepeleriyle rahat bir kullanım sunan çelik tencere ve tavalar, parlaklığı koruyan dış yüzeyleri sayesinde uzun yıllar mutfağınızın vazgeçilmezi oluyor. 

LCW Home’un iç ve dış yüzeyi 800 dereceye kadar dayanıklı olan üç kat emaye boya ile kaplanmış kızartma tenceresi, homojen ısı yalıtımı sayesinde kızartmalarınızın her tarafını eşit bir şekilde pişirmenize olanak tanıyor. Cam kapağı sayesinde etrafa sıçramadan kızartma yapabilmenizi sağlayan kızartma tenceresi ise çelik 3 kat emaye kaplamasıyla uzun ömürlü bir kullanım vadediyor. 

 

LCW Home çaydanlıklar ise homojen ısı yalıtımı sayesinde çayınızın daha hızlı ve daha lezzetli demlenmesine yardımcı oluyor. Çelik 3 kat emaye kaplamalı çaydanlık, doğru kullanımda uzun yıllar boyunca dayanıyor.




 

LC Waikiki hakkında

1988 yılında kurulan ve 1997 yılından bu yana Türkiye’de LC Waikiki Mağazacılık çatısı altında hizmet veren LC Waikiki, “İyi giyinmek herkesin hakkı” misyonu ve “ulaşılabilir moda” anlayışıyla Türkiye’yi giydiriyor. LC Waikiki, büyüme serüvenini 34 yıldır hem yurt içi hem de yurt dışında sürdürüyor. Hazır giyim sektörünün lideri LC Waikiki, bugün, 57 ülkede 1200’ü aşkın mağazası ve yaklaşık 60 bin çalışanıyla hizmet veriyor.

www.lcwaikiki.com




Yataş Bedding’ten
En Sıcak Terapi: yumuşacık battaniyeler



 Soğuk havaların kendini hissettirmesiyle yaklaşan kışa hazırlanmaya başladık. Kışın vazgeçilmezi battaniyeler hem kanepelerde ve hem yataklarda yerini alıyor. Özgün tasarımlarıyla ev tekstilinde fark yaratan Yataş Bedding, kış denince ilk akla gelen yumuşak dokulu battaniyelerle evinizin her köşesine kışın sıcak atmosferini taşıyor.

 Battaniyeleri sadece yatarken değil, televizyon karşısında keyif yaparken de kullanıyoruz. Özellikle de serin havalarda... Akşamları televizyon keyiflerine ve geceleri derin uykulara eşlik eden battaniyeler aynı zamanda dekorasyona sıcak ve samimi bir hava da katıyor. Türkiye’nin uyku ürünlerinde kalite, konfor ve yenilikçi teknolojiler denince ilk akla gelen markası Yataş Bedding, sıcak tutan ve yumuşak dokularıyla dikkat çeken battaniyeleri ile evlere kışın sıcaklığını getiriyor.

Salon dekorasyonlarına da dahil olabilen Wellsoft Battaniye Joy, uzun tüylü dokusuyla ekstra yumuşaklık sağlarken, kış konseptine uygun altı farklı renk seçeneğiyle battaniye altında film ve kahve keyfinize eşlik ediyor. Rahat ve yumuşak dokusuyla dikkatleri üzerine çekerken, anti-alerjik ve toz tutmayan özelliğiyle de kullanım kolaylığı sağlıyor.

Zarafetini kabartma dokunuşlarıyla birleştiren Emboss Battaniye, soğuk gecelerde sıcak ve kusursuz bir uyku deneyimi vadediyor. Uzun ömürlü kumaşa sahip olan Emboss kanepe köşelerine ve yatak odalarına seçkin bir dokunuş bırakıyor. 
https://www.yatasbedding.com.tr/yatak-odasi-battaniye




* * *


Depresyon Sadece Ruhumuzu Değil Bedenimizi De Olumsuz Etkiliyor

 

Beynimizin çalışma şeklindeki değişiklikler vücudumuz üzerinde büyük bir etkiye sahip. Beynimizi en çok etkileyen rahatsızlıkların başında ise depresyon bulunuyor. Depresyonun kalbimizden bağışıklık sistemimize kadar her şeyi etkilediğini belirten DoktorTakvimi uzmanı Psk. Buğrahan Kırbaş, bu psikolojik hastalık hakkında önemli bilgiler veriyor.

 

Bir duygu durum bozukluğu olan depresyon, sürekli bir üzüntü ve hayattan keyif alamama hali olarak tanımlanıyor. Türkiye’de nüfusun yaklaşık %4’ünü etkileyen depresyon, kişiyi duygusal açıdan ciddi olarak etkiliyor. Ayrıca bu hastalık fiziksel tahribata da neden oluyor. Depresyonun bazı fiziksel hastalıkların riskini artırdığını, bazı hastalıkların da depresyonu tetikleyebildiğini söyleyen DoktorTakvimi uzmanı Psk. Buğrahan Kırbaş, depresyonun fiziksel belirtilerini şöyle anlatıyor: “Depresyonu olan her üç kişiden ikisinde artan ağrılar meydana geliyor. Ayrıca kronik yorgunluk, iştahsızlık, uykusuzluk veya fazla uyumada sıkça görülüyor.”

 

Depresyon bağışıklığı zayıflatıyor

Depresyon, kortizol veya adrenalin gibi stres hormonlarının düzeylerini yükselterek bazı hastalıklara yakalanma riskini artırıyor. Ayrıca bağışıklık sistemini etkileyerek vücudumuzun enfeksiyonla savaşmasını zorlaştırıyor. Depresyonun kalp hastalığı ve madde bağımlılığı riskinin artmasıyla da ilişkilendirildiğine dikkat çeken Psk. Buğrahan Kırbaş, “Uykusuzluk veya derin uyku eksikliği gibi depresyonun neden olduğu birçok fiziksel değişikliğin bağışıklık sistemini zayıflattığı düşünülüyor. Bu durum mevcut hastalıkları daha da kötüleştirebiliyor. Buna karşılık, depresyon veya kronik hastalığın neden olduğu fiziksel değişiklikler, depresyonu tetikleyebiliyor. Eğer kişi tedavi olmazsa bu durum bir kısır döngüye yol açabiliyor” diyor. 

 

Depresyon bazı hastalıkların görülme riskini artırıyor

Kalp krizi, koroner arter hastalığı (kalp krizi olmadan), parkinson hastalığı, multipl skleroz veya lupus gibi otoimmün hastalıklar, HIV/AIDS, felç, kanser, diyabet, böbrek hastalığı, artrit gibi birçok hastalık depresyonla birlikte görülebiliyor. Ayrıca depresyon her zaman olmasa da bu hastalıkların görülme riskini artırıyor. “Örneğin; depresyonun kansere yol açtığı fikrini destekleyen kanıt olmasa da ikisi sıklıkla bir arada görülüyor. Halihazırda kalp hastalığı olan kişilerde, yüksek seviyedeki stres hormonlarının gerekli doku onarımını yapmasını zorlaştırabiliyor” diyen Psk. Kırbaş, depresyonun diğer hastalıkların seyrini etkilediğini ve komplikasyon geliştirme olasılığını yükselttiğini hatırlatıyor. Bunun nedeninin depresyon beynimizdeki ve vücudumuzdaki fiziksel değişiklikleri büyütmesi olduğunu belirten Psk. Kırbaş, depresyonda sık görülen ağrının da tedaviyi zorlaştırdığının altını çiziyor. 

 

Egzersiz yapmak depresyona iyi geliyor

Kronik ağrısı olan kişilerin daha ağır bir depresyon geçirebileceklerini belirten Psk. Kırbaş, şu uyarılarda bulunuyor: “Tedavi süreci için her şeyden önce alanında uzman bir psikolog ile görüşmeniz faydalı olacaktır. Eğer depresif bir duygu durumu içerisindeyseniz tedavi hakkında psikoloğunuzla konuşun. Antidepresanlar ve konuşma terapisine ek olarak egzersiz de yardımcı olabilir. Son çalışmalar, egzersizin hafif ila orta şiddette depresyon için etkili olabileceğini gösterdi. Bitkisel ilaçlar almayı düşünüyorsanız, mutlaka doktorunuza danışın. Çünkü bunlardan bazıları ilaçlarla veya diğer takviyelerle zararlı şekillerde etkileşime girebilir.”



Ramazan’da Sofranız Sağlıklı Olsun

 


Ramazan ayında çeşit çeşit yemeklerle süslenen sofralar, kilo problemine neden olabiliyor. Oysa dengeli beslenmeye dikkat ettiğinizde oruç tutarken kilo vermeniz bile mümkün! Ramazan’da sağlıklı ve dengeli beslenmenin ipuçlarını DoktorTakvimi.com uzmanlarından Dyt. Betül Yıldız anlatıyor.

 

Ramazanın gelmesiyle birlikte birçok yeterli ve dengeli beslenmeyi es geçebiliyor. Bereketli Ramazan sofralarındaki çeşitler, kişinin günlük kalori miktarını aşmasına, bu da kişinin kilo almasına neden olabiliyor. Özellikle diyet yapan kişiler “Kilo vermek istiyorum ya da yemek istediğim başka şeyler var. Hakkımı orada kullanmak istiyorum” şeklinde düşünerek hem yetersiz besleniyor hem de kilo alabiliyor. DoktorTakvimi.com uzmanlarından Dyt. Betül Yıldız, kişi diyette olsun olmasın Ramazan’ın iki ana öğünü olan iftar ve sahuru atlamamayı; tabakları ise sebze, protein, süt grupları, tahıl grupları dengesini kuracak şekilde şekillendirmeyi öneriyor.

 

Sahurda ve iftarda salatayı sofranızdan eksik etmeyin

İftar, uzun süren açlıktan sonra yenilen ilk öğün olduğu için en dikkat edilmesi gereken öğün olduğunu söyleyen Dyt. Yıldız, orucu bir hurma ile açmanın kan şekeri dengesini yerine getireceğini belirtiyor. Ancak hurma konusunda aşırıya kaçmamak gerektiğinin de altını çiziyor. Dyt. Yıldız, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Orucunuzu açtıktan sonra midenizi rahatlatmak adına çok ağır olmayan çorbalarla yemeğe başlayın. Ana yemeklerde de çok yağlı olmayan, kızartmadan çok haşlama, fırında ve tencere yemeği şeklinde yemekleri tercih etmek midenizi rahat hissettirmek adına faydalı olacaktır. Sadece et ya da sadece sebze tüketmek yerine ikisinin dengesinin kurulması da öğünün daha kaliteli olmasını sağlar. Sahurda da aynı şekilde tam tahıl grubu, kaliteli protein olan yumurta, peynir grupları, tok hissettiren yağlı tohumlular tercih edilebilir. Salata ve yeşilliklere her iki öğünde de bağırsak sağlığımızı korumak için yer vermelisiniz. İftar sonrası ara öğünleri ikiye bölerek, sindirim sisteminizi çok yormadan meyve ve süt grupları, meyve ve kuruyemişler ya da sütlü tatlılar tercih edebilirsiniz. Probiyotikli yoğurtlar ya da kefir ya da yoğurt yine bağırsak problemi yaşayan bireyler için iyi bir tercih olacaktır.”

 

Günde 1 fincan yeşil çay tüketin

Dyt. Yıldız, kişinin bir sağlık problemi yoksa sindirimi desteklemek ve rahatlatmak için rezene, papatya, nane, kekik çayı gibi bitki çayları tercih edilebileceğini belirtiyor. Bunların yanında günde bir fincan yeşil çayın da tüketilmesi faydalı olacağını söyleyen Dyt. Yıldız, su tüketiminin önemine de dikkat çekiyor: “Sahurda 1 litre, iftarda 1 litre gibi olabildiğince zamana yayılarak günlük tüketmeniz gereken su miktarının altına düşmemelisiniz. Gün içerisindeki eksik su miktarını tamamlamak için suyun hepsini bir anda değil içebileceğiniz zamana yaymanız daha faydalı olacaktır. Ayrıca iftardan 2 saat sonra 30 dakikalık egzersizler kilo vermek isteyenleri destekler hem de midenizi rahat ettirir.”





Bütünsel sağlığınıza destek: Zade Vital


Ramazan ayı boyunca bağışıklık ve sindirim sistemlerini destekleyerek sağlığını korumak isteyenler Zade Vital'i tercih ediyor. Beslenme düzenindeki değişiklikler ve uzun süreli açlığın yol açabileceği rahatsızlıklara karşın normal sağlığın desteklenmesi Ramazan Ayı’nda da önemli rol oynuyor. Doğal yağlar ve besin takviyeleri bu dönemde ihtiyaç duyacağınız vitamin, mineral ve yağ asitlerini karşılamanıza yardımcı oluyor. 

Doğal içerikli ve GMP standartlarında üretilen Probiyotik-Prebiyotik kombinasyonları, soğuk sıkım keten tohumu yağı, kudret narı ve Passiflora ekstresi Ramazan ayını huzurlu geçirmenize katkı sağlıyor.

 

Zade Vital Probiyotik Daily

 

Sağlıklı bağırsağın temel bakterisi Bifidobacterium lactis ve prebiyotik içeren simbiyotik içeriğe sahip olan Zade Vital Probiyotik Daily, bağırsaklarınız için gereken desteği sağlarken aynı zamanda bağışıklığınızın korunmasını da destekliyor.

 

Zade Vital Probiyotik Reforma

 

Klinik çalışmalarla etkinliği ve güvenliliği kanıtlanmış, bağırsak florasının temelini oluşturan bifidobakterium ve laktobasillus suşlarının bir arada bulunduğu Probiyotik Reforma, prebiyotik ile desteklenmiş simbiyotik formu ile bağırsak dengesinin korunmasına yardımcı oluyor.  

 

Zade Vital Keten Tohumu Yağı

 

Keten tohumu yağı içerisinde yer alan Omega- 3 yağ asidi alfa-linolenik asit (ALA) açısından zengin bir kaynaktır. Omega-3 yağ asitleri vücutta yer alan Omega-6 ve Omega-3 yağ asidi dengesini korumaya yardımcı oluyor. Sağlıklı yağ asidi içeriği ile bağırsak işlevlerinin sağlıklı devamlılığını destekliyor.

 

Zade Vital Zeytinyağlı Kudret Narı   

 

Doğal maserasyon yöntemi ile elde edilmiş, oksidasyon riskini en aza indiren küçük dozlara bölünerek kullanıma sunulmuş Zeytinyağlı Kudret Narı, sıkça mide problemleri yaşayan kişiler için destek olarak kullanılırken sindirim sisteminin rahatlatılmasına da katkı sağlıyor.

 

Zade Vital Passiflora Ekstresi

 

Standardize Passiflora Ekstresi, beslenme saatlerinin değişmesi ve sahur nedeniyle etkilenen uyku kalitenizi korumaya destek olurken formülündeki prebiyotik bileşenler ile bağırsak florasını da korumaya yardımcı oluyor.   

  

***************************************************************** 


BROKOLİYİ DÜZENLİ TÜKETMENİZ İÇİN 10 NEDEN

Besin değeri bakımından oldukça zengin bir kış sebzesi olan brokoli, kalori oranı düşük seviyelerde olması nedeniyle diyet sofralarının da vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. İçerdiği sülforafan sayesinde kansere karşı koruyuculuk sağladığı bilinen brokoli, yoğun lif içeriği ile sindirim sistemini de düzenleyebiliyor. Yüksek oranda K vitamini içeren brokolinin kemik, saç ve cilt sağlığı için de önemli faydaları bulunuyor. Memorial Ataşehir Hastanesi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Yağmur Satıroğlu, brokolinin faydaları hakkında bilgi verdi. 



Brokoli besin değerleri ile dikkati çekiyor 

Yüksek lif oranına sahip brokoli A ve C vitamininin yanı sıra potasyum, kalsiyum ve demir oranından zengin olan sağlıklı bir kış sebzesidir. 

100 gram brokolinin besin değeri şu şekilde sıralanabilir; 

Kalori: 26 kcal                        Günlük Değer: %1.3

Lif: 3.0 g                                  Günlük Değer: %12.0

Karbonhidrat: 2.5 g                Günlük Değer: %0.8

Protein: 3.3 g                          Günlük Değer: %6.6

Yağ: 0.2 g                               Günlük Değer: %0.3

Kolesterol: 0.0 mg                  Günlük Değer: %0.0

A Vitamini: 143.0 mg              Günlük Değer: %2.9

C Vitamini: 115.0 mg             Günlük Değer: %191.7

Potasyum: 373.0 mg              Günlük Değer: %10.7

Kalsiyum: 105.0 mg               Günlük Değer: %10.5

Demir: 1.3 mg                        Günlük Değer: %7.2

 

Tüm vücut için çok faydalı 


Brokolonin pek çok hastalığa karşı koruyucu etkisi bulunmakta ve düzenli tüketimi ile birlikte yararları da kısa sürede görülebilmektedir.

  1. Brokoli içerisinde yüksek oranda sülforafan barındırmaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalar sülforafan içeren besinlerin tüketilmesinin kansere karşı önleyici olduğunu ortaya koymaktadır. 
  2. Brokoli sebzesinin içerisinde yoğun lif olması sindirim sistemi için oldukça faydalıdır. Lifli gıdaların beslenme düzeninde bolca tüketilmesi, sindirim sisteminin sağlıklı çalışması için gereklidir. Düzenli şekilde lifli gıdaların tüketilmesi, kilo kontrolü bakımından da önemlidir. 
  3. Brokoli içerisinde bulunan lutein ve zeaksantin göz sağlığına karşı koruma sağlar. Zeaksantin;  gözü besleyerek dış etkilerin olumsuzluğundan korurken görmeyi güçlendirir. Antioksidan görevi de gören Lutein ise özellikle gözdeki sarı noktayı besler.
  4. Brokoli içerisinde K vitamini taşımaktadır. K vitamini kemik yoğunluğunu destekleyerek, sağlam kemik dokusunun oluşmasına olanak sağlar. İçerisinde K vitamini bulunan brokolinin tüketilmesi kemik sağlığı bakımından önemlidir.
  5. B vitamini içeren brokoli saç sağlığı bakımından da önemli bir besindir. Hücre yenilenmesinde görev yapan B vitamini saç köklerinin güçlenmesini ve saç hücrelerinin yenilenmesini sağlamaktadır.
  6. A ve C vitamini içeren brokoli aynı zamanda antioksidan özelliğinden dolayı vücut direncini artırmaktadır. Bağışıklık sistemini güçlendiren brokoli özellikle kış hastalıklarına karşı iyi bir kalkan görevini görmektedir. 
  7. Brokoli içerisinde bulunan çözünebilir lif sayesinde kolesterolü düşürmeye yardımcı olur.
  8. Brokoli kalp sağlığını korur. Yüksek lif içeriğinin yanı sıra brokolide kalp sağlığı için gerekli vitaminler de bulunmaktadır. Kan basıncının düzenlenmesinde yardımcı olur. Brokolide bulunan potasyum kan damarlarındaki gerginliğin azaltılmasını sağlayarak kan akışını kolaylaştırır. 
  9. Brokoli içerisinde bol miktarda krom bulunması kan şekerine iyi gelir.
  10. Brokoli cilt sağlığını korur.

Tüketirken bu noktalara dikkat!

Brokoli sebzesi pişirilerek tüketilebildiği gibi, çiğ olarak da beslenme düzenine eklenebilir. Pişirme yöntemi olarak haşlama ve buharda pişirme tercih edilebilir. Ancak brokolinin besin değerini kaybetmemesi için buharda pişirilmesi önerilmektedir. Brokoli sebzesini tüketilmeden önce yıkanabilir. Bir kap içine su doldurulur. Az miktarda sirke ilave edilen suda brokoli yaklaşık olarak 10 dakika boyunca bekletilir. Sonrasında ise brokoli temiz su ile iyice durulanmalıdır. Bu yöntemi ile brokolinin daha iyi temizlenmesi ve mikroplardan daha iyi arınması sağlanabilir. 

Bebeklere de güvenle verilebiliyor

Bebeklerin ilk 6 ay anne sütü ile beslenmesi önerilmektedir. 6 aydan sonra bebeklerde ek gıdalara geçiş yapılır. Brokoli çorbası içerisinde bulundurduğu zengin besin değerleri sayesinde bebekler için ideal bir ek gıda olabilmektedir. 

 


Spor yap, mutlu ol
Düzenli egzersiz mutluluk veriyor

MACFit Atlaspark Eğitmeni Hüseyin Fidan, “Düzenli egzersiz yapmak, 'mutluluk' hormonlarının salgılanmasını sağladığı gibi aşırı kortizol ve adrenalin üretimini dengeler. Bu sayede stresten uzak, daha mutlu bir hayat mümkün” dedi

MACFit Atlaspark Eğitmeni Hüseyin Fidan, düzenli egzersiz yapmanın mutlulukla doğru orantılı olduğunu söyledi. Egzersizin beyinde kan akışının artması, yeni sinir yollarının oluşması gibi değişikliklere yol açtığını belirten Fidan, “Artan fiziksel aktiviteye yanıt olarak endorfin, serotonin, dopamin gibi hormonlar salınır. Endorfin egzersiz sonrasında yüksek bir ruh hali sağlar. Vücudun doğal ağrı kesicisi olarak rahatsızlığı azaltır, mutluluğu artırır ve öz saygı hissini geliştirir” dedi. 



 

“Harekete geç, kendini iyi hisset”

Serotonin hormonunun sağlıklı uyumaya yardımcı olduğunu da belirten Hüseyin Fidan, ''Serotonin, iştahı kontrol eder, daha sağlıklı uyumaya yardımcı olur ve ruh halini düzenler. Bu faktörlerin tümü, daha mutlu, daha sakin ve daha istikrarlı hissetmeyi sağlar. Dopamin ise daha fazlası için geri dönmeyi sağlayan, yani keyif alınan bir alışkanlık oluşturan hormondur. Harekete geçip kendimizi iyi hissettiğimizde beynimizin motive edici ödül ve zevk merkezlerine sinyal gider” diye konuştu.

 

Egzersiz yapmak stres riskini azaltır

Hüseyin Fidan, şöyle devam etti: “Egzersiz bizi sadece mutlu etmez, stresle karşı karşıya kalma riskini de azaltır. Kronik stres, depresyon ve anksiyete gibi birçok psikolojik rahatsızlığın önemli bir faktörüdür. Gündelik hayatın taleplerini karşılama baskısı, 'dövüş ya da kaç' hormonları olan kortizolün ve adrenalinin aşırı salgılanmasına neden olabilir. Bu hormonların uzun süre üretimi de strese bağlı hastalıkların birçoğunun ana nedenidir. Düzenli egzersiz yapmak, yukarıda listelediğimiz 'mutluluk' hormonlarının salgınlanmasını sağladığı gibi aşırı kortizol ve adrenalin üretimini dengeler.”



Eski varyantlar etkisini sürdürmeye devam ediyor!
 UZAMIŞ KOKU VE TAT KAYIPLARI GÖRÜLEBİLİR!

 Burun akıntısı, boğaz ağrısı, halsizlik gibi belirtileriyle daha çok soğuk algınlığı ve mevsimsel grip gibi geçirilen Omicron varyantı, buna karşın özellikle aşısızlar, eksik aşılılar, bağışıklığı düşük ve kronik hastalıkları olan risk grubundaki kişilerde ağır seyrederek ciddi sonuçlara yol açabiliyor. Acıbadem Maslak Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları (KBB) Uzmanı Doç. Dr. Yavuz Atar, Omicron varyantının diğer varyantlardaki kadar koku ve tat kaybına yol açmadığını, bununla birlikte eski varyantların halen etkili olduklarını belirterek, hastalarda koku ve tat kaybının diğer bulgular düzelse bile devam edebildiğini, bazı hastaların altı aydan fazla süredir koku ve tat kaybı yaşadığını ve bu durumu çaresizlik içinde kabullenen hastalara bir takım çözüm önerileri sunduklarını söylüyor. KBB Uzmanı Doç. Dr. Yavuz Atar, Omicron ile birlikte son günlerde sık görülen enfeksiyonları anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu. 

Son iki yıldır tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 enfeksiyonuna neden olan SARS-CoV-2 virüsü bugüne dek birçok kez mutasyona uğradı. Bu varyantlar içinde en hızlı bulaş riskine sahip olan varyantın Omicron olduğunu belirten Acıbadem Maslak Hastanesi KBB Uzmanı Doç. Dr. Yavuz Atar, Omicron’un belirtileri itibariyle nezle ve mevsimsel grip gibi üst solunum yolu enfeksiyonlarını çağrıştırabildiğini bu nedenle toplumda hafife alınma yanılgısına yol açabildiğini söylüyor. Covid-19’un genel olarak; yüksek ateş, nefes alma güçlüğü, halsizlik, kas ve eklem ağrısı, baş ağrısı, burun tıkanıklığı, bulantı ve kusma, ishal ve tat ve koku kaybına yol açabildiğini kaydeden Doç. Dr. Yavuz Atar “Ancak Omicron varyantında diğer varyantlardan farklı olarak; klasik bulguların daha hafif görüldüğünü, boğaz ağrısı, burun akıntısı, hapşırık, ses kısıklığı ve gece terlemesi bulguları olduğunu görmekteyiz. Covid-19 enfeksiyonlarında tüm bu bulgular ilk üç günde artış göstererek yaklaşık 2-3 hafta içinde azalarak bitme eğilimdedir. Ancak kronik rahatsızlığı olan, bağışıklığı düşük, aşısız, eksik aşılı ya da yaşlı kişilerde ise virüs akciğer dokusuna yerleşir ve alt solunum yollarına bağlı hastalık belirtileri göstererek, hastanın klinik tablosu ağır seyredebilmektedir” diyor. 

Omicron koku ve tat kaybına yol açmayabiliyor!

Omicron varyantının tüm dünyada çok hızlı bir şekilde yayıldığını, eski varyantlardan farklı olarak koku ve tat kayıplarının yeni varyantta daha az sıklıkta görüldüğünü belirten Doç. Dr. Yavuz Atar şöyle konuşuyor: “Omicron varyantının diğer varyantlara göre ne ölçüde koku ve tat kaybı yaptığını değerlendirmek için henüz erken bir dönemdeyiz. Günümüze değin yapılan araştırmalarda delta varyantı ya da daha eski varyantlar ile enfekte olan olgularda koku ve/veya tat kaybı yaşanması önemli ölçüde beklenebilen bir hastalık bulgusu idi. Hatta bazı araştırmalar koku kaybı bulgusu ile Covid-19 enfeksiyonu teşhisinde yararlanabileceğini bildirecek kadar bu bulguyu değerli görmekte idi. Hastalar koku yetilerinin bir anda azaldığını ya da tamamen kaybettiklerini ifade etmekteydiler. Güncel poliklinik vakaları üzerinden elde ettiğimiz tecrübeye bakarak koku ve tat kaybı şikayetlerinin Covid-19 enfeksiyonunun ilk görüldüğü dönemlere göre azaldığı söylenebilir.”

Eski varyantların etkisi sürüyor!

Her ne kadar gözler Omicron’a çevrilmiş olsa da, eski varyantların etkisi de sürüyor. Covid-19 geçirmiş hastaların önemli bir kısmında hastalık akut dönemi geçtikten sonra birkaç haftada koku ve tat duyusu yerine gelse de bir kısım hastada altı ay ve üzeri bir sürede bu şikayetler ile gelen hastalar olabildiğini belirten KBB Uzmanı Doç. Dr. Yavuz Atar “Bu tür şikayetleri olan hastalarda öncelikli olarak koku kaybının derecesi belirlenmeli ve altta yatan hastalığın ne olduğu ortaya konulmalıdır. Genelde hastalarda tam bir koku ve tat kaybı yerine koku keskinliği azalmaktadır. Koku ve tat kaybının yaşam kalitesini önemli derecede etkilediği bilinmektedir bu nedenle bir takım tedavi yöntemleri geliştirilmeye çalışılmıştır. Koku kayıplarında koku stimülasyon terapisi; hastaların koku hafızalarını uyararak koku duyusunu geriye getirmeyi hedefleyen pratik bir yöntemdir. Ağızdan ya da burundan kortizon uygulamaları, burun temizleyici solüsyonlar diğer tedavi yaklaşımları arasında sayılabilir. Tedavi yaklaşımları için mutlaka bu konuda deneyimli bir KBB Uzmanı’na başvurulmalıdır. Tedaviye hemen yanıt alınamayabileceğinden tedavinin yarıda kesilmemesi ve doktor takibinde kalınması önemlidir. Bununla birlikte tam koku kaybına uğrayan ve şikayeti uzun süredir geçmeyen hastalarda diğer nedenler ve koku nöronlarında bir hasar olup olmadığı araştırılmalıdır. Tat duyusunun kaybı ile ilgili mekanizmalara ait ise ne yazık ki yeterli sayıda araştırma yoktur” diyor. 

 Bu enfeksiyonlar bir arada görülebiliyor!

Omicron, mevsimsel grip ve domuz gribinin ayrı ayrı ya da ardışık görülebildiği gibi, son günlerde bu enfeksiyonların bir arada da görülür hale geldiğini kaydeden Doç. Dr. Yavuz Atar, bu nedenle belirtilerden yola çıkarak hastanın kendi başına etken tayini yapmaya çalışmasının doğru olmadığını, hastaların mutlaka ayırıcı tanı için hekime danışması ve hekimin gerekli görmesi durumunda gerekli testleri yaptırması gerektiğini söylüyor. Evde yapılan hızlı tanı kitlerinin çoğalması ile birlikte evlerde kişilerin kendi başlarına etken virüsü saptamaya çalıştıklarını belirten Doç. Dr. Yavuz atar “Ancak bu kitlerin hem doğruluk oranlarının laboratuvar testlerine göre görece az olduğu hem de farklı standartlar taşıyan ürünler olduğunun bilinmesi gereklidir. Hastaların ayırıcı tanı için hekimlerine danışmasını ve hekimin gerekli görmesi halinde kesin tanı için tanı araçlarından (PCR vb.) faydalanılmasını önermekteyiz. Aksi taktirde sonuç negatif çıkmasına rağmen aslında pozitif de olabilirler ve hem kendi sağlıklarını hem de bulundukları ortamlarda yüksek bulaş riski nedeniyle pek çok kişinin sağlığını tehlikeye atabilirler” diyor. 

 Ne zaman hastaneye gitmeli?

KBB Uzmanı Doç. Dr. Yavuz Atar “Hiç grip aşısı / Covid-19 aşısı olmadıysanız, kronik bir hastalığınız ya da bağışıklık sistemini bozan bir hastalığınız var ise, risk grubunda iseniz ya da ağır hastalık belirtileri (solunum güçlüğü, göğüs ağrısı vb.) taşıyorsanız, risk grubu bireyler ile aynı ortamı paylaşıyor iseniz öncelikle birinci basamak hekiminize başvurmanız, gerek görülmesi halinde ya da birinci basamak hekimine ulaşamadığınız durumlarda en yakın sağlık kuruluşuna başvurmanız doğru olacaktır” diyor.


Sağlıklı yaşamın rehberi:

Nutrigenetik beslenme

 

Uzun ve sağlıklı bir yaşamın sırrı genetik yapımızda saklanıyor. Nutrigenetik beslenme uygulamaları, besinlere verilen farklı tepkilerle ilişkili gen varyantlarını tanımlıyor ve çeşitli hastalık durumlarıyla ilişkilendiriyor. Infinity Regenerative Clinic, genetik yatkınlıkla ortaya çıkabilecek birçok hastalığa doğru beslenme ile bütüncül bir tedavi uygulayarak hastalıkların önüne geçiyor.

 

Beslenme, sağlık yönetiminde en büyük role sahip faktörlerden birisi. DNA instabilitesi ve gen değişiklikleri gibi genetik faktörlerin de beslenmeden etkilenildiği biliniyor. Kilo kontrolünü korumak ve kalıcı zayıflığa ulaşmak herkesin arzusu ancak yapılan onlarca farklı diyet programları, spor ve egzersiz yöntemleriyle kişiler sonuç alamayabiliyor. Kişinin genleri göz ardı edilerek tek yönlü yapılan bu planlamalar, kilo kontrolünü zorlaştırdığı gibi sağlıklı uzun bir yaşamı da engelliyor.

 

Kronik hastalıkların oluşumunun önlenmesi, geciktirilmesi veya azaltılması konusunda beslenmenin kişiselleştirilmesi kilit bir rol oynuyor. Çünkü DNA yapısına en uygun, doğru beslenme ile birçok hastalığı önlemek aslında mümkün. Kişinin genetik yapısı ile beslenme arasındaki ilişkiyi inceleyen Nutrigenetik bilimi ile uzun vadede hastalıkları önlemeye ve tedavi etmeye yönelik kişiselleştirilmiş medikal beslenme yöntemleri uygulanabiliyor. Infinity Regenerative Clinic Genetik ve Beslenme Uzmanı Dilara Devranoğlu hastalıklar ve beslenme arasındaki bağlantıyı şöyle açıklıyor: ‘’Kanserleşme, genetik ve çevresel faktörlerin karmaşık bir etkileşimi ile meydana gelir. Beslenme, çevresel faktörlerin en önemlisidir ve beslenme alışkanlıkları ile kanser gelişimi arasında belirgin bir bağlantı vardır. Bu, nutrigenomik ve nutrigenetik kavramlarının ortaya çıkmasına neden olan genetik çeşitlilik ile açıklanabilir’’. 

 

Infinity Regenerative Clinic, doğru beslenme ile genetik olarak birçok hastalığa yatkınlığı olan danışanlarının sağlık yönetimini bütüncül bir tedavi ilkesiyle ele alıyor. Böylece Infinity Regenerative Clinic’te genetik yatkınlık tarama testi sonrası Uzman Hekim kadrosu ve Genetik Beslenme Uzmanı eşliğinde uygulanan tedavilerle genetik yatkınlıklara yönelik hastalık riskleri yönetilebiliyor ve bu hastalıkların önlenebilmesi hedefleniyor.



GÜÇLÜ BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN SIRRI: BAL VE PROPOLİS KÜRÜ 
Koronavirüs salgının yanı sıra kış mevsiminin kendini hissettirmeye başladığı şu günler de zayıflayan bağışıklık sistemi hastalıkların habercisi oluyor. Havaların soğumasıyla birlikte de soğuk algınlığı, gribal enfeksiyon ve üst solunum yolu rahatsızlıkları toplumun sağlığını tehdit etmeye başladı.
 Uzmanlar hastalıkların önlenmesi açısından bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Dünyanın en saygın eğitim kurumlarından Oxford Üniversitesinin yaptığı araştırmada balın piyasadaki antibiyotik ve ağrı kesicilerden ortalama yüzde 36 daha etkili olduğu ispatlanmıştır. Özellikle toz propolis ile karıştırılarak tüketildiğinde etkisi çok daha güçlü hale geliyor. Bal Gurmesi Ahmet Bağran Aksoy, bal ile propolisin doğru kullanımını ve insan vücuduna faydalarını anlattı.
Kış mevsimine geçiş yaparken, soğuyan havayla birlikte solunum yolu enfeksiyonları da artmaya başladı. Uzmanlar mevsim geçişlerinde hastalanmamak için bağışıklık sisteminin güçlü tutulması konusunda vatandaşları uyarıyor. Güçlü bir bağışıklık sistemi için de doğal ürünler kullanmak gerekiyor. Zengin içeriğiyle doğal gıdalar arasında büyük öneme sahip olan ve piyasada bulunan tüm antibiyotiklerden çok daha etkili olduğu Oxford Üniversitesi tarafından yapılan testler ile ispatlanan bala olan talep giderek artıyor.Güçlü bir bağışıklık sistemi için balın çok etkili olduğunu belirten Bal Gurmesi Ahmet Bağran Aksoy, propolis ve bal ile yapılan karışımların çok daha güçlü olduğunun altını çiziyor. Bal Gurmesi Aksoy, “Bal ve arı ürünleri insanların doğada tüketebileceği en kıymetli gıdaların başında geliyor. Oxford Üniversitesi, balın üst solunum yolu hastalıklarına karşı antibiyotik ve ağrı kesicilerden ortalama yüzde 36 daha fazla etkili olduğunu ortaya koydu. Ayrıca araştırmalara göre balın iyileşme sürecini kimi durumlarda 2 güne düşürdüğünü ve öksürüğü yüzde 50 azalttığı saptandı. Balın etkisini daha da artırmak için propolis ile doğru karıştırılıp tüketilmesi gerekmektedir.” ifadelerini kullanıyor. 
 PROPOLİS NEDİR?
En güçlü takviye gıdalardan biri olarak kabul edilen propolis ne olduğunu Bal Gurmesi Aksoy şu sözlerle açıklıyor: “Propolis, yapışkan, reçinemsi bir maddedir. Bal arıları farklı bitkilerden topladıkları bu maddeyi kovanlarına getirirler. Arılar, kovanlarını dış etkenlerden, mikroorganizmalardan ve diğer zararlılardan korumak için Propolis ile kaplarlar. Propolis kovandaki larvalara, mantar ve bakterilere karşı antibiyotik etki gösterir. Doğal yollarla toz haline getirilen bu özel madde bal ile karıştırılarak tüketilmelidir.”
BAL VE PROPOLİS NASIL KULLANILIR?
Türkiye’nin Bal Gurmesi Ahmet Bağran Aksoy, salgın hastalıklara karşı bal ve propolis karışımının şu şekilde kullanılması gerektiğini söylüyor: “Arı ürünlerinden hazırlanacak tüm karışımlarda öncelikle doğal, saf ve katkısız ürünler kullanılmalıdır. Doğallığından emin olduğumuz her bir çorba kaşığı ham bal için yarım çay kaşığı katkısız toz propolis eklenmelidir. Karışımlar hazırlanırken asla metal kaşık kullanılmamalıdır. Hazırlanan karışım cam kavanozda, serin ve rutubetsiz bir yerde, oda sıcaklığında saklanmalıdır. Sabahları aç karnına düzenli şekilde tüketilmelidir.”
Bir tutam enerji, bir tutam denge... La Mer’in ikonik nemlendiricisi Crème de la Mer yeni yıl için size tazelenmiş ve pürüzsüz bir cilt armağan ediyor. Cildin doğal ışıltısını cilt bariyerini yenileyerek ortaya çıkaran özelliği ve formülünün köklü mirası ile Crème de la Mer yeni yıl hediye seçeneklerinin en anlamlısı haline geliyor. Bu ultra zengin içeriklerden oluşan iyileştirici krem, La Mer’in yaratıcısı Dr. Max Huber’in geliştirdiği ve gücünü deniz yosunlarından alan MUCİZE İKSİR™’in etkisiyle cildinize mucizevi bir dokunuş sunuyor. 
 Hücre yenileyici özelliği ile ikonik Crème de la Mer ihtiyacınız olan günlük koruma ve onarımı sağlarken cildi sıkılaştırır, çizgilerin ve kırışıklıkların görünümünü gözle görülür şekilde azaltır ve böylelikle daha genç bir cilt görünümü kazanmanıza yardımcı olur. Lüks ve zengin içerikli Crème de la Mer, cildi derin nemlendirme ile buluşturarak her dokunuşta yüzünüze doğal ve sağlıklı bir ışıltı katar. 
 Crème de la Mer’in farklı yaşam tarzlarına uygun farklı dokulardaki kremlerini size en yakın La Mer satış noktasından keşfedebilirsiniz. 
 
MUCİZE İKSİR™ 
La Mer’in tüm içeriklerinde bulunan ve Vancouver sahillerinde, koruma altındaki sulardan elle hasat edilen doğal deniz yosunlarının 3 aylık fermentasyon sürecinin sonunda elde edilen MUCİZE İKSİR™’, cildin doğal yenilenmesini destekler, cilde enerji verir. 
 
ANTİOKSİDAN MİSKET LİMONU ÇAYI
MUCİZE İKSİR™’in ideal tamamlayıcısı ve antioksidan güç merkezi olan Misket Limonu Çayı, narenciye meyvesinin en dış kabuğundan antioksidanların kilidini açmak için kullanılan bir aylık yavaş ekstraksiyon sürecinin sonucudur.
 
YUMUŞAK BİR DOKUNUŞ: NEMLENDİRİCİ KÜRELER
Bu zengin ancak hafif nemlendiricinin sırrı, ultra yumuşak Nemlendirici Küreler’de yatıyor. Yosun ile aşılanmış Mucize İksir™ ve Misket Limonu, cilt bariyerini yenileyerek doğal, canlı bir parlaklık ve derinlemesine nemlendirme için bir araya geliyor.
 
LA MER HAKKINDAHer şey, Dr. Max Huber’in bir laboratuvar kazasında yanıklara maruz kalıp kendi kaderini yaratmak için yola çıkmasıyla başladı. 6.000 deney ve 12 yıl süren araştırmalardan sonra keşfedilen bir fermantasyon süreci sonucunda deniz yosunu ve diğer saf içeriklerin dönüştürülmesiyle elde edilen Mucize İksir™ şimdi hücre yenileyen bir iksir olarak sunuluyor. 
 


La Mer Denizin İyileştirici Gücüden Gelen Mirasını Yeni Yılda da Crème de la Mer ile Kutluyor!







MASKEDE SONBAHAR RİSKLERİNE DİKKAT!


Maske yağmurla ıslandığında koruyuculuğu kayboluyor!

NEMLENDİĞİNİ HİSSETTİĞİNİZDE MASKENİZİ DEĞİŞTİRİN!

Sonbahar yağmurlarının etkisini göstermeye başladığı bugünlerde, Covid-19 pandemisi ile mücadelede kritik öneme sahip maskeler ister istemez yağmurdan nasibini alıyor! Hal böyle olunca akıllarda ‘acaba koruyuculuğu azalıyor mu?’ sorusu beliriyor. Bu sorunun yanıtı ne yazık ki ‘Evet!’…Acıbadem Taksim Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Çağrı Büke, “Bütün maskeler yağmurla temas ettiğinde ya da nemlendiğinde dayanıksız hale geliyor ve koruyuculuğu tamamen gidiyor” uyarısında bulunuyor. Cerrahi maskelerin etkinliklerinin; nemlenmediği ıslanmadığı koşullarda 4 saat sürdüğünü belirten Prof. Dr. Çağrı Büke, buna karşın öksürük ya da aksırık ile nemlenmesi ya da ıslanması halinde ise yeni takılmış bile olsa değiştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Prof. Dr. Çağrı Büke, maskenin doğru kullanılmasının şart olduğunu, aksi taktirde; sosyal mesafe ve el temizliğine rağmen maskede gözden kaçırılacak bazı detayların maskelerin başlı başına enfeksiyon kaynağına dönüşmesine neden olacağını vurgularken, maskede 10 kritik kuralı anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.


Cerrahi maske tercih edin

Enfeksiyon hastalıkları alanında korunma sağlamak amacıyla ağız ve burnu kapatmada çeşitli maske türleri bulunuyor. Bu maske türlerinin bir kısmı ağızda ve burunda sekresyonlarda bulunan Covid-19 etkeni SARS-CoV-2 de dahil çeşitli virüs ve bakterilerin damlacıklar aracılığı ile ortama saçılmasını önlerken (tıbbi ya da cerrahi maske) bazı maske türleri özellikle enfekte hastaların bulunduğu sağlık kurumlarında ve kapalı ortamlarda havada partikül halinde kalabilecek mikroorganizmaların soluk alıp-verme sırasında solunum yollarına alınmasını önlemede (FFP türleri) etkili oluyor. Prof. Dr. Çağrı Büke “Sağlık çalışanı olmayan bireylerin Covid-19’a karşı korunmada tercih etmesi gereken maskeler cerrahi maskelerdir. Amaç etrafa solunum sekresyonları aracılığı ile virüsün yayılımını önlemektir. Cerrahi maske sayesinde ağızdan çıkacak sekresyonlar önlenir, böylece diğer kişilerin solunum yollarına bulaşma olmaz, eller temiz kalacağından etraf kirlenmez ve yine havaya yayılımı söz konusu olmayacağından havada asılı halde kalması mümkün olmaz” diyor.


Dört saatte bir değiştirin

Cerrahi maskeler genellikle polipropilen içerikli dokusuz yüzeylerden oluşuyor. Hemen her üç katın da değişik fonksiyonları bulunuyor. Dolayısıyla ağız ve burna temas edecek yüzey ile dış yüzeyin neresi olduğu ve maskenin nasıl takılacağı da önemli. Maskenin en dış katı dışarıdan gelecek damlacıkların maske üzerinde tutunmasını önlemeye yönelik iken, orta kat mikroorganizmaları filtre ediyor. Maskenin en iç katı ise yüze, ağız ve buruna rahatsızlık vermeden teması sağlıyor. Cerrahi maskelerin etkinlikleri; nemlenmediği ve ıslanmadığı koşullarda 4 saat sürüyor. Bu süreden sonra etkinliği kalmıyor ve maskenin değiştirilmesi gerekiyor.


Maske takılı iken öksürürseniz ve nemlendiğini hissederseniz değiştirin!

Maskeniz yüzünüzde iken; öksürük ve aksırık ile nemlenir ya da ıslanır ise maske yeni bile takılmış olsa etkinliği ortadan kalkacağından değiştirilmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Çağrı Büke “Maskelerin etkili olması için 4 saatte bir değiştirmek gerekiyor. Ancak bazı durumlarda yani öksürük ve aksırık ile nemlenmesi ya da ıslanması halinde değiştirilmelidir. Ayrıca bütün maskeler yağmurla temas ettiğinde ya da nemli havalarda dayanıksız hale geliyor ve koruyuculuğu tamamen gidiyor. Bu nedenle ıslanan maskeyi temiz ve kuru bir maskeyle değiştirmek gerekir” uyarısında bulunuyor.


Cerrahi maskede bu özelliklere dikkat edin

Covid-19 için toplumda kullanılacak cerrahi maskelerin üç kat ve üç pileden oluşmasına dikkat edin. Ayrıca yumuşak yapıda, havanın kolayca giriş ve çıkışına imkan sağlayan özelliğe sahip olmalı, alerjiye yol açmamalı. 3 mikrondan daha büyük mikroorganizmaların ve partiküllerin yüzde 95’den fazlasını filtre edici özellikte olması gerekiyor.


Küçük çocuklara maske takmayın

Maskelerin genellikle 7 yaşından sonra kullanılması öneriliyor. 11 yaşından sonra ise erişkinler için zorunlu olan her alanda ve durumda maske takmak şart. 2 yaş ile 7 yaşına kadar bazı başka ciddi durumlara neden olabileceğinden kesinlikle maske kullanılmamalı. 2 yaşından küçük çocuklarda ise boğulma riskine neden olabileceğinden kullanımı yasak.


Maskenizi her ortamda takılı tutun

Maskenizi hiçbir yerde çıkarmamaya özen gösterin. Her türlü kapalı alanlar, toplantı salonları, konferans alanları, restoranlar, kafeler, pastaneler, yiyecek ve içecek mekanları, eğlence merkezleri,eğitim kurumları, oteller, pansiyonlar, tatil merkezleri, spor merkezleri, kara, hava, deniz taşıma araçları ve bunların bekleme alanları, alışveriş merkezleri, marketler, bankalar kamu ve özel sektöre ait kurumlar ve dairelerde maskenizi takılı tutun. Zira maske Covid-19 etkeni SARS-CoV-2’nin başka kişilere bulaşmasını birkaç yoldan önleyebiliyor. Prof. Dr. Çağrı Büke “Maske sayesinde; konuşurken, öksürürken ya da hapşırırken ağız ve burundan sekresyonlar aracılığı ile dış ortama yayılabilecek virüsü içeren damlacıkların ellere teması ve böylece eller aracılığı ile başka kişilerin ellerinin ve ortak kullanılan temas yüzeylerinin kirlenmesinin önüne geçilmektedir. Ayrıca yakın mesafedeki diğer kişilerin solunum yollarına temas etmesi engellenmekte ve dış ortama ve özellikle havaya saçılıp havada partikül halinde kalması ve soluyarak vücuda alınması önlenmektedir” diyor.


Dış ortamlarda da maske takın

Dış ortamlarda da maske takılması çok büyük önem taşıyor. Özellikle diğer insanlarla arada 1.8 metre mesafe bozulacak olursa; yaşlı insanların, küçük çocukların ve Covid-19 için risk faktörüne sahip kişilerin bulunduğu yerlerde maskenin mutlaka takılması gerekiyor.


Maskeyi takarken ve çıkartırken bu kurallara dikkat edin

Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Çağrı Büke“Maskeyi takmadan önce ve takılı maskeyi çıkartmadan önce eller sabun ve su ile ya da el dezenfektanı ile temizlenmelidir. Maskenin ön yüzüne, yüzeyine hiçbir zaman elle temas edilmemelidir. Takarken ve çıkartırken kulağı çevreleyen lastiklerinden tutularak maske takılmalı ve çıkartılmalıdır” diyor.


Maskenizi yüzünüze doğru şekilde yerleştirin

Sadece ağzın ya da sadece burnun maske ile kapatılması Covid-19’dan korunmada yeterli olmuyor. Maske ağız ve burnu tamamen kapatacak şekilde yüze yerleştirilmeli ve burnun her iki kanadı maskenin teli ile sıkıca kapatılmalı. Belirli bir süre çıkartılması ve yeniden takılması gerektiğinde çene altına, el bileğine ya da kola sabitlenmemeli. İdeali eller temizlendikten sonra maske yan taraftaki lastik iplerinden tutularak çıkartılıp temiz bir peçeteye sarılmalı. Tekrar kullanılacağında eller temizlendikten sonra maske yandaki lastik iplerinden tutularak ağız ve burun kapatılacak biçimde takılmalı.


Maskenizi çöpe atarken bu kuralı ihmal etmeyin

Çıkartılacak ve atılacak olan maskenin etrafı kirletmemesi ve mikrop bulaştırmaması için gelişigüzel bir yere bırakmaktan kaçının. Mümkünse bir naylon poşetin içerisine atıp ağzını kapatarak bu halde çöp torbasına atın.


Alzheimer Hastalığı Yaşlanmanın Doğal Bir Sonucu Değil!

Yaşlanan nüfusla birlikte en önemli toplum sağlığı sorunlarından biri haline gelen Alzheimer hastalığına insan beyninin işlevini bozan ve temizlenemeyen bazı proteinler neden oluyor.“Yüksek kan şekeri, yüksek tansiyon, uzun süreli stres, hareketsizlik, yetersiz ve kalitesiz uyku, lifsiz ve yüksek kalorili diyet ve düşük eğitim seviyesi beyindeki hastalık sürecini belirgin şekilde hızlandırıyor” diyen DoktorTakvimi.com uzmanlarından Prof. Dr. Raif Çakmur, beyindeki proteinin belirlenmesi ve hastalığın seviyesine göre kişiye özel ilaçların kullanılacağı bir dönemin çok yakında olduğuna da dikkat çekiyor.


1901 yılında Auguste isimli bir kadın hasta unutkanlık ve hayal görme şikayetleriyle Frankfurt’ta bir akıl hastanesine kaldırıldı. Dr. Alois, Auguste’ye nasıl yardım edeceğini bilmiyordu, ancak vefat edene kadar onu takip etti. Ölümünden sonra Dr. Alois, hastasının beynini mikroskopta inceledi ve daha önce hiç görmediği tuhaf plaklar ve yumaklar buldu. Alois, Dr. Alois Alzheimer’dı, Auguste ise Alzheimer tanısı alan ilk hasta olarak tarihe geçti. DoktorTakvimi.com uzmanlarından Prof. Dr. Raif Çakmur, şu anda dünya çapında 40 milyon insanın beyninde Dr. Alois Alzheimer’ın bulduğu temizlenemeyen ve beynin işlevselliğini bozan bu proteinlerin bulunduğu söylüyor. Bu proteinlerin 2050 yılında 150 milyon insanı etkileyeceğinin öngörüldüğünü söyleyen Prof. Dr. Çakmur, geçtiğimiz yüzyılda Alzheimer hastalığının yaşlanmanın normal bir parçası gibi değerlendirildiği ancak son 20 yıl içinde bu algının değiştiğine dikkat çekiyor.


Hastalığın teşhisi artık çok daha kolay

Prof. Dr. Çakmur, Alzheimer’ın yaşlanan nüfusla birlikte en önemli toplum sağlığı sorunlarından biri haline geldiğini söylüyor. Günümüzde hastaların henüz yakınmaları başlamadan bu proteinlerin beyin görüntülemesinde, beyin omurilik sıvısında, deri örneklerinde ve hatta basit bir kan tetkikinde dahi görülebildiğinin altını çizen Prof. Dr. Çakmur, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hastalığın doğasını çok daha iyi anladığımız bu günlerde, bahsettiğimiz proteinlerin birikmesini engelleyici ya da temizlenmesini kolaylaştırıcı ilaç çalışmaları da hız kazandı. Alzheimer hastalığı görülen kişilerin beyinlerindekine benzer şekilde protein birikimi olan kurtçuklar ve fareler üzerinde bazı ilaçların denendiğinde; bu deneklerin, ilaç verilmeyenlerden farklı olarak normal hayatlarına devam ettikleri ve sağlıklı bir ömür yaşadıkları kanıtlandı.”


Alzheimer hastalığında kişiye özel tedavilere çok yakınız

DoktorTakvimi.com uzmanlarından Prof. Dr. Raif Çakmur, yapılan çalışmalarda yüksek kan şekeri, yüksek tansiyon, uzun süreli stres, negatif düşünce, hareketsizlik, günlük 7-8 saatten az ve kalitesiz uyku, lifsiz ve yüksek kalorili diyet ve düşük eğitim seviyesinin beyindeki hastalık sürecini belirgin şekilde hızlandırdığının ortaya çıktığını anlatıyor. Prof. Dr. Çakmur, beyinlerinde aynı miktarda protein birikimi olan Alzheimer hastaları karşılaştırıldığında, sürekli yeni bilgi öğrenme alışkanlığı olan kişilerin hastalık belirtilerini göstermeyebileceğin ve beyindeki bu durumu çok iyi tolere edebildiğinin altını çiziyor. Beyindeki proteinin belirlenmesi ve hastalığın seviyesine göre kişiye özel ilaçların kullanılacağı bir döneme yaklaşıldığını belirten Prof. Dr. Çakmur, “Bilim insanları beyin sağlığı adına hızla çalışırken, siz de beyninizi sağlıklı gıda, güzel bilgi ve düşüncelerle beslemeye özen gösterin. Unutmayın, Alzheimer hastalığı yaşlanmanın doğal bir sonucu değildir” diyor.



Ellerinize özel bakım Thalia'dan

 

Şık ve stil sahibi butik yaklaşımlarıyla dikkat çeken Thalia Natural Beauty, birbirinden çekici el bakım setleriyle karşınızda… Ahududu, İncir Sütü ve Papaya olmak üzere üç çeşitten oluşan Thalia Natural Beauty Duo Care El Bakım Setleri, banyonuzun atmosferini değiştirecek Sıvı Sabundan ve harika bir bakım sunan El & Tırnak Bakım Losyonundan oluşuyor. Bu setlerle hem ellerinize hak ettiği bakımı sunacak hem de kendinizi tazelenmiş hissedeceksiniz.

Ellerimiz baş tacımızdır ama bakımlarını genelde ihmal ederiz. Son derece hassas bir yapıya sahip olan ellerimiz soğuğun ve rüzgârın etkisiyle kurur, içinde çeşitli kimyasallar bulunan sabun, sıvı sabun ve deterjanlar nedeniyle yıpranır. Thalia Natural Beauty Duo Care El Bakım Setleri, kuruyan ve yıpranan ellerimize ihtiyaç duydukları nemi, canlılığı, özeni sunmak için yaratıldı.
Ahududu, İncir Sütü ve Papaya olmak üzere üç çeşidi olan Thalia Natural Beauty Duo Care El Bakım Setleri doğal bitki özleriyle, doğal ham maddelerle ve yağlarla hazırlanıyor. Setler ellerimize bakım yaparken baştan çıkarıcı kokularıyla ruhumuzu da dinlendiriyor.

Thalia Natural Beauty Duo Care Ahududu Özlü El Bakım Seti: Serinletici bahçelerin ve ormanların meyvesi ahududuyu evinize getiren set, ahududunun nemlendirici ve sağaltıcı etkisiyle cildinizi tazeliyor, canlılık katıp besliyor. Gülgiller ailesine mensup olan ahududu, zengin vitamin ve mineral içeriğiyle dikkat çekiyor.
Thalia Natural Beauty Duo Care İncir Sütü Özlü El Bakım Seti: İncirin inceliğini, kokusunun tatlılığını ve kremalı sütü arasındaki mükemmel uyumu sunan set, incir sütünün nemlendirici etkisiyle cildinize tazelik ve canlılık katıyor. İçeriğindeki doğal bitki özleri ve baştan çıkarıcı parfümlerle hayatınızda tatlı bir mutluluk rüzgârı estiriyor.
Thalia Natural Beauty Duo Care Papaya Özlü El Bakım Seti: “Meleklerin meyvesi” olarak tanımlanan papaya, bu setin ana etken maddesi. Papayanın tatlı kokusu ve tropik güneşli rengiyle cildinizi canlandırmaya aday olan set, kurulukları giderip harika bir şekilde nemlendiriyor. Ayrıca cildinizin ışıltısını artırıyor.

Thalia Natural Beauty Duo Care El Bakım Setleri (400 ml Sıvı Sabun + 400 ml El & Tırnak Bakım Losyonu): 49,99 TL

@thalianatural
#thalianatural

*** Adını doğa perisi Thalia’dan alan Thalia Natural Beauty; bir aile şirketi olan Akten Kozmetik tarafından yüzde 100 doğal, yüzde 100 teknolojik, yüzde 100 inovatif, yüzde 100 kaliteli ve yüzde 100 yerli bir marka olarak 2006 yılında yaratıldı. Thalia Natural Beauty’nin cilt bakımından vücut bakımına, saç bakımından bebek ürünlerine, sabundan parfüme uzanan geniş yelpazesindeki her bir ürünü doğaya, insana ve yaşama duyulan sevgi ve saygıyla hazırlanıyor. “Doğallığı Yaşamak Hakkınız!” sloganıyla markanın yaşama duyduğu saygının, doğaya olan inancının ve kaliteye verdiği önemin altı bir kez daha çiziliyor. Thalia Natural Beauty, doğayı içinde saklıyor. Hindistan cevizi, sakura, aloe vera, yasemin, vanilya, portakal, biberiye, jojoba, ısırgan, sarımsak, karahindiba, çarkıfelek, avokado, nar, defne, ardıç, atkestanesi, çörek otu, zeytinyağı, argan yağı ve daha niceleri doğadan eşsiz Akten Kozmetik teknolojisi aracılığıyla ürünlere akıyor. Coenzym Q10, hyaluronik asit, Akten Kozmetik’in patentli ürünü olan ve 24 çeşit bitki karışımından elde edilen PhytoComplex AHL aktifi (vs) ile destekleniyor. Her bir Thalia Natural Beauty markalı ürünün doğal ve doğru formülasyonlu olmasına dikkat ediliyor, en iyi ve en güçlü etken maddeler kullanılıyor. Ürünler, AR-GE çalışmalarına büyük önem veren Akten Kozmetik’in laboratuvarında elde edilen bitki özleriyle üretiliyor. Thalia Natural Beauty markalı ürünlerde kesinlikle SLS, SLES, paraben, parafin, koruyucu, hayvansal yağ, kostik gibi insan sağlığına zararlı madde kullanılmıyor. Ürünler asla hayvanlar üzerinde test edilmiyor. Kalitesiyle global markalara eş değer olan Thalia Natural Beauty markalı ürünler, “Kaliteli ürün pahalıdır” algısı yıkılarak son derece ekonomik fiyatlarla tüketicilerle buluşturuluyor.


ÇOCUKLAR İÇİN EV YAPIMI 8 ATIŞTIRMALIK ÖNERİSİ

Yaşamın her döneminde önemli olan sağlıklı beslenme, 
çocuklar için anne karnında başlıyor ve 20’li 
yaşlara kadar devam ediyor. Küçük yaşlarda çocuklara kazandırılan yeme alışkanlıkları onların bütün hayatlarını etkileyebiliyor. Ne yazık ki çocuklar, gerek okulda gerekse marketlerde sürekli işlenmiş ve şeker oranı yüksek besinlere maruz kalıyor. Özellikle sömestr döneminde evde hazırlanacak sağlıklı atıştırmalıklarla çocukları bu gıdalardan uzak tutmak mümkün olabiliyor. Memorial Şişli Hastanesi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Burcu Sel, sağlıklı beslenmenin çocukların gelişimindeki önemi hakkında bilgi verdi.
Çocukların besin gereksinimleri yetişkinlerden farklıdır
Çocuklar hangi yaş grubunda olursa olsun devamlı büyüme sürecindedir. Bu durum bazal metabolizma hızlarının yüksek olduğunu ve buna uygun enerji almaları gerektiğini gösterir. Çocukların büyüme ve gelişmesini sağlamak ve almaları gereken enerjiyi tamamlamak için onlara her gruptan yeterli miktarda besin vermek gerekmektedir. Yeni dokuların yapımı, protein, mineral ve vitaminlere olan gereksinimi artırmaktadır. Çocukların menüsünde yer alacak besinler şu şeklide olmalıdır;
1.grup besinler;
Et, tavuk, balık, yumurta, kuru baklagillerdir. Protein sağlıklı büyümek, kasların güçlenmesi, kan yapımı için gereklidir. Bu grupta yer alan besinler; protein, B grubu vitaminlerden niasin, tiamin, riboflavin, B12 vitamini ve B6 vitamini, E vitamini, minerallerden ise demir, çinko ve magnezyum açısından iyi kaynaktırlar. Kuru baklagillerde posa (lif) bulunur.
2.grup besinler;
Süt, yoğurt, peynir, çökelek gibi besinler özellikle kemik ve diş gelişimi, sinir ve kasların düzenli çalışması için gereklidir. Bu grupta yer alan besinler; minerallerden kalsiyum, fosfor, vitaminlerden A vitamini, B12 vitamini, riboflavin ve protein açısından zengindir.
3.grup besinler;
Tahıllar ve tahıllardan elde edilen ekmek gibi ürünlerdir ve bu besinler temel enerji kaynağıdır. Tahıllar günlük beslenme alışkanlıklarının önemli bir parçasını oluşturur. Eğer rafine edilmeden doğal hallerinde tüketilirlerse posa, B vitaminleri (tiamin, riboflavin, niasin ve folat),demir, magnezyum ve selenyum mineralleri için önemli bir kaynaktır.
4.grup besinler;
Sebze ve meyvelerdir. Bu grup, vitamin ve mineral kaynağıdır. A, B, C vitaminlerinden zengindir, vücudun işleyişinde gerekli mineralleri sağlar. Çocukların büyümesi, hastalıklara karşı daha dirençli olmaları, göz, cilt ve sindirim sistemlerinin sağlıklı olması için her gün yeterli miktarda taze sebze ve meyve tüketmeleri önerilmektedir.
5.grup besinler;
Şeker ve yağ grubudur. Tereyağı, zeytinyağı, bitkisel yağlar enerjisi yüksek besinlerdir ve çocukların ihtiyacı olan enerjiyi tamamlamak için gerekir. Yağ grubu besinler özellikle sinir sisteminin çalışması, vitamin mineral emilimi için önemli besinlerdir. Şekerin ise pekmez, bal reçel gibi işlenmemiş besinlerden karşılanması tercih edilmelidir. Çocukların kilo durumuna göre beslenmesine dikkatli eklenmelidir.
Kahvaltı çocuklar için en önemli öğün
Çocuklar için en önemli öğün kahvaltıdır. Bütün gece süren açlıktan sonra, vücut ve beyin güne başlamak için enerjiye gereksinim duymaktadır. Kahvaltı yapılmadığı takdirde dikkat dağınıklığı, yorgunluk, baş ağrısı ve zihinsel performansta azalma olmaktadır. Gün boyu fiziksel ve zihinsel performansın en üst düzeyde tutulabilmesi için günde 3 ana 3 ara öğün düzeninde beslenmeye özen gösterilmelidir. Çocukların öğün aralarında 2-4 saat olması uygundur. Günde yaklaşık 2 litre su tüketilmelidir. Açlık hissedildiğinde tüketilen besinlere dikkat edilmelidir. Örneğin, şeker ve şekerli besinler, cips gibi yiyeceklerin tüketilmemesi gereklidir. Gazlı içecekler yerine süt, yoğurt, sütlü tatlılar, ekmek arası peynir, tost, meyve veya taze sıkılmış meyve suyu veya evde hazırlanacak sağlıklı atıştırmalıkların tüketiminin tercih edilmesi çocukların sağlıklı beslenmeleri açısından daha yararlıdır.
Çocuklar için evde hazırlanabilecek sağlıklı atıştırmalıklar
1. Evde hazırlanmış meyveli kefir veya meyveli süt
2. Yoğurt içine Trabzon hurması veya dilediğiniz başka bir meyve (Üzerine ceviz ve dilerseniz toz tarçın ekleyebilirsiniz)
3. Meyveli yoğurt dondurması
4. Fırınlanmış, baharatlı nohut
5. Evde hazırlanmış lavaş cips veya mini pizzalar
6. Naneli veya fesleğenli ayran
7. Muz üzerine bal ve dövülmüş fındık

8. Meyve, yulaf, ceviz veya fındık karışımı ile hazırlanmış minik barlar

KIŞIN CİLT KURULUĞUNA KARŞI 12 ÖNEMLİ KURAL!


Ciltte kuruluk, pullanmalar, çatlamalar, kızarıklık, lekelenmeler… Kış mevsimini belirgin olarak hissettiğimiz bugünlerde soğuk hava cilt sağlığımızı epey olumsuz etkiliyor. Özellikle dış ortama açık olan yüzde ve ellerde kuruluk ile hassasiyet en sık karşılaştığımız sorunlar. Kış aylarında ciltte oluşan kuruluğun en önemli nedeni ise; koruyucu bariyerinin hasarlanması sonucunda cildin su tutma kapasitesinin azalması. 


Rüzgar, nemsiz ve sıcak ortamlar şikayetlerin daha da belirginleşmesine yol açıyor. Bunun yanı sıra, sıcak suyla el yıkama, hamam ve sauna kullanımının artması, cildi kurutan giysiler, duş süresinin uzaması, kese-lif kullanımı ile cildin bariyerini bozan hijyen malzemeleri de sorunları artıran diğer nedenleri oluşturuyor. Peki soğuk kış aylarında nemli, parlak ve pürüzsüz bir cilde sahip olmak için neler yapmalı, nelerden kaçınmalıyız? Acıbadem Fulya Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Şule Albayrak cildinizi soğuk havalarda korumanın yollarını anlattı, önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Banyo süresini kısa tutun
Kış mevsiminde uzun süreli sıcak banyolar veya hamam-sauna alışkanlığınızdan vazgeçin.Çünkü 10 dakika gibi uzun süreli su teması tek başına bile cilt kuruluğuna yol açabilirken, sıcak suyla ve her gün yıkanmak kuruluğu daha da arttırabiliyor. Bu nedenle haftada 2-3kez yıkanmak, suyun sıcaklığını 36-40 derece arasında ayarlamak ve banyoyu 5 dakika gibi kısa sürede tamamlamak en ideali.

Oda sıcaklığını 21-25 arasında ayarlayın
Soğuk kış aylarında kapalı mekanlarda merkezi veya lokal ısınma araçları kullanıyoruz. Ancak ortamı ısıtmaya çalıştıkça nem oranını da azaltmış oluyoruz. Cilt sağlığınız için oda sıcaklığını 21 ila 25 derece arasında tutmanız ve nem oranını yüzde 30-50 arasında ayarlamanız önemli. Oda termometrelerı kullanarak ideal sıcaklık ve nem oranı ayarını daha iyi yapabilirsiniz.

Cildinize kese yapmayın
Banyo suyunun sıcaklığı kadar, yıkanırken kullandığınız ürünler de cilt sağlığınız için önem taşıyor. Sabun ve duş jelleri gibi kimyasal ve kurutucu ajanlar yerine, kremsi formda hassas temizleyicileri tercih edin. Dermatoloji Uzmanı Dr. Şule Albayrak kış aylarında kese ve lif gibi cildi tahriş ederek temizleyen malzemelerden de kaçınmanız gerektiği uyarısında bulunarak, “Bunun yerine, taneli formdaki nemlendirici etkili vücut peelinglerini çıplak elle cildinize uygulamanız daha uygun olacaktır” diyor. Yaz aylarında ise ter, kir ve yağ deride daha fazla biriktiği için çok sık olmamak kaydıyla kese ve lif yapabilirsiniz.

Nemlendirici ürünü ilk 5 dakika içinde sürün
Dermatoloji Uzmanı Dr. Şule Albayrak sanılanın aksine kuru cilde nemlendirici sürmenin beklenen etkiyi vermediğine işaret ederek, “Nemlendirici ürünleri her banyo sonrasında ilk 5 dakika içinde cilt hafif ıslakken uygulamak en doğrusu” diyor.

Güneş koruyucu ürünlere devam edin
Cildimizin yaz mevsiminde olduğu gibi kış mevsiminde de güneşten korunmaya ihtiyacı var. Bu nedenle özellikle güneşli günlerde en az 30 koruma faktörlü güneş koruyucu kullanmanız şart! Ayrıca karlı günlerde ve kayak sporu öncesinde, kardan yansıyan güneş ışınlarının oluşturabileceği güneş yanıklarından korunmak için de güneş koruyucu kullanmayı asla ihmal etmeyin.

Kaşkol ve eldivensiz olmaz
Soğuk ve rüzgarlı günlerde, özellikle hassas olan ağız bölgesini korumak için kaşkol kullanmayı unutmayın. Ayrıca evden çıkmadan önce ellerinize bir kat nemlendirici sürmek yerine; yün olmayan polar, deri veya süet eldiven kullanmanız daha faydalı olacaktır.

Peeling ve yüz kesesinden kaçının
Dermatoloji Uzmanı Dr. Şule Albayrak yüz temizliğinin günde 2 kez, ılık su ve cilt yapısına uygun bir temizleyici krem, köpük veya jel ile yapılmasının yeterli olduğunu belirterek şu önerilerde bulunuyor: “Kış aylarında kuru ciltler; çok kuru ve hassas ciltlere, yağlı ciltler ise karma ve hassas ciltlere yönelik nemlendiriciler tercih edebilirler. Nem maskesi uygulanabilir veya nem veren kozmetik uygulamalar da yapılabilir. Cildi kurutacak peeling veya soyma yöntemleri ise tercih edilmemeli. Yine hassasiyeti arttırmamak için yüz kesesine ara vermekte de fayda var”

Dudaklarınıza koruyucu merhem sürün
Kış aylarında soğuk, rüzgar, sık sık ağız yıkamak, kuruduğu için dudakları yalayarak nemlendirmeye çalışmak kuruluğu ve egzamayı arttırabiliyor. Bu nedenle dudaklarınıza günde birkaç kez yağ bazlı nemlendirici balsamlar sürmeyi ve güneşli-karlı günlerde ise koruma faktörlü ürünler kullanmayı ihmal etmeyin.

Ellerinizi 4-5 kez yıkamanız yeterli
Diğer mevsimlerde olduğu gibi kış mevsiminde de günlük temizliğinizi yaparken kimyasal oranı yüksek olması nedeniyle sıvı sabun, ıslak mendil, kolonya veya el dezenfektanları yerine; gliserinli ve nemlendirici özelliğe sahip katı sabunlar tercih etmeniz daha doğru olacaktır. Ilık su kullanmayı, gerekmedikçe günde 4-5 defadan fazla el yıkamamayı ve her el yıkadıktan sonra yağ bazlı ve uzun etkili nemlendiriciler sürmeyi unutmayın. Ayrıca deterjan, çamaşır suyu, tuz ruhu gibi cildi tahriş eden kimyasallardan uzak durmanız veya eldiven kullanmanız da çok önemli.

A,C,E vitaminleri şart
Kırmızı besinler içerdikleri beta karoten, turuncu besinler ise likopen sayesinde yüksek derecede antioksidan özelliği gösteriyorlar. Bu nedenle kış aylarında mevsime de uygun olan elma, portakal, havuç, nar gibi kırmızı turuncu besinler, antioksidan özelliği açısından koyu yeşil yapraklı sebzeler, hindistan cevizi ve avokado gibi cilde parlaklık ve nem veren besinler tüketmeniz çok önemli. Ayrıca tek başına cildi nemlendirmeye yeterli olmasa da günlük 2 litre su içmeyi de alışkanlık haline getirin.

Yüz ve vücut için ayrı ürünler kullanın
“Cildin nemini sağlamak için yapmanız gereken en önemli şey, doğru ürünü seçmek ve doğru şekilde uygulamaktır” diyen Dermatoloji Uzmanı Dr. Şule Albayrak sözlerine şöyle devam ediyor: “Yüz ve vücut için seçilecek olan nemlendirici farklı formda olmalı. Çünkü yüz için kuru, karma, yağlı, hassas gibi cilt seçenekleri olsa da, vücudumuz genel olarak kıl-yağ ünitesi daha az olduğu için daha fazla kurumaya meyilli oluyor. Gövdeden kol ve bacaklara doğru kuruluk gittikçe artış gösteriyor. Bu nedenle vücut için seçilecek olan nemlendirici uzun süreli nemi hapsedebilen, yağ bazlı ürünler olmalı. Hassas veya atopik dermatite (bünyesel egzama) yatkınlık varsa bu cilt tipleri için özel üretilmiş nemlendiriciler tercih edilmeli”

Pamuklu giysileri tercih edin

Cilt sağlığımız için cildimize ne sürdüğümüzün yanı sıra ne giydiğimiz de önemli. Cildin terlemesine ve kuruluğun artmasına yol açan naylon, sentetik ile yünlü kıyafetler yerine, cildin nemini tutmasına yardımcı olan yumuşak pamuklu kıyafetler tercih etmenizde yarar var. Ayrıca kalın dokumalı tek kat kıyafetler terlemenize yol açabileceği için birkaç kat ince kıyafet giymeye ve ortamın ısısına göre kıyafet sayısını azaltıp arttırmaya özen gösterin.







Hem göz çevresine hem boyun bölgesine tek bir Thalia yeter!

Thalia Natural Beauty’nin Pearl & Peptide Reverse Age Serisi Yaşlanma Karşıtı Göz Çevresi Bakım Kremi, “çift yetenekli” bir krem! Neden mi? Çünkü bu eşsiz krem, hem göz çevrenizin hem de boynunuzun bakımını tek bir ürünle yapabiliyor.

Kırışıklığa en meyilli bölgeler, göz çevresi ve boyundur. Çünkü bu iki bölgede de cildimiz çok daha ince ve hassastır. Göz çevremiz gerek bu yapısı gerekse dış koşullardan ve stresten çabucak etkilenmesi nedeniyle erken yaşlardan itibaren kırışma belirtileri göstermeye başlar. Boynumuz da aynı durumdan nasibini alır. Üstelik ilerleyen yaşlarda kırışık oluşumunun yanı sıra gıdının belirginleşmesi ve hatta sarkması durumuyla da karşı karşıya kalınabilir.

Ciltteki deformasyonunun önlenmesi, bildiğiniz gibi sağlıklı beslenmeden, bol su içmekten, uykusuz kalmamaktan, stressiz bir hayattan geçiyor. Bunlar dışında da yapılacaklar var elbette! En önemlisi ise göz çevresinin ve boyun bölgesinin hassasiyetine uygun olarak geliştirilmiş doğal kozmetik ürünlerini
kullanmak.




İki hassas bölgenin ihtiyaçları tek bir üründe bir araya getirildi

Her zaman en yeninin peşinde koşan ve AR-GE çalışmalarına büyük önem veren Akten Kozmetik’in kendi laboratuvarında göz çevresi ve boyun bölgesi için geliştirdiği Thalia Natural Beauty Pearl & Peptide Reverse Age Serisi Yaşlanma Karşıtı Göz Çevresi Bakım Kremi özel ilgi hak eden bir ürün olarak karşımıza çıkıyor.

Tüm cilt tipleri için uygun olan bu krem, eşsiz dokusuyla göz çevresi ve boyun için kullanılabiliyor. “Çift yetenekli” Thalia Natural Beauty Pearl & Peptide Reverse Age Serisi Yaşlanma Karşıtı Göz Çevresi Bakım Kremi, içeriğindeki inci tozu (pearl), peptit ve hyaluronik asit gibi maksimum konsantrasyonda yaşlanma karşıtı maddelerle hem göz çevresindeki hem de boyun bölgesindeki çizgilerin ve kırışıklıkların yoğun bakımını mükemmel bir şekilde yapıyor. Uzun süreli nemlendirme etkisiyle cildin doğal yenilenmesini optimize etmeye yardımcı oluyor.

Thalia Natural Beauty Pearl & Peptide Reverse Age Serisi Yaşlanma Karşıtı Göz Çevresi Bakım Kremi’nde yoğun olarak yer verilen inci tozunda cilt için yararlı pek çok mineral, protein ve 20’den fazla aminoasit bulunuyor. Cilde gençlik ve duruluk katan inci tozu, hücreleri yenileyip canlandırıyor, sıkılaştırıp kırışıklıkları azaltıyor.


Aminoasit moleküllerinden oluşan peptitlerin görevi de hücreler arasında ileticilik yapmak. Peptitler, metabolizmanın düzenlenmesinde aktif rol alıyor, kırışıklıkları azaltıyor, cildi nemlendirip sıkılaştırıyorlar. Vücudun her dokusunda bulunan hyaluronik asidin üretimi ise yaşın ilerlemesiyle birlikte azalıyor, bu da kolajen yapısının bozulmasına ve cildin yaşlanmasına neden oluyor. Hyaluronik asit desteği cildi nemlendiriyor, pürüzsüzleştiriyor, sıkılaştırıp gençleştiriyor. Fiyat: 69,99 TL (30 ml)

www.thalia.com.tr
www.instagram.com/thalianatural
@thalianatural
#thalianatural

Adını doğa perisi Thalia’dan alan Thalia Natural Beauty; bir aile şirketi olan Akten Kozmetik tarafından yüzde 100 doğal, yüzde 100 teknolojik, yüzde 100 inovatif, yüzde 100 kaliteli ve yüzde 100 yerli bir marka olarak 2006 yılında yaratıldı. Thalia Natural Beauty’nin cilt bakımından vücut bakımına, saç bakımından bebek ürünlerine, sabundan parfüme uzanan geniş yelpazesindeki her bir ürünü doğaya, insana ve yaşama duyulan sevgi ve saygıyla hazırlanıyor. “Doğallığı Yaşamak Hakkınız!” sloganıyla markanın yaşama duyduğu saygının, doğaya olan inancının ve kaliteye verdiği önemin altı bir kez daha çiziliyor. Thalia Natural Beauty, doğayı içinde saklıyor. Hindistan cevizi, sakura, aloe vera, yasemin, vanilya, portakal, biberiye, jojoba, ısırgan, sarımsak, karahindiba, çarkıfelek, avokado, nar, defne, ardıç, atkestanesi, çörek otu, zeytinyağı, argan yağı ve daha niceleri doğadan eşsiz Akten Kozmetik teknolojisi aracılığıyla ürünlere akıyor. Coenzym Q10, hyaluronik asit, Akten Kozmetik’in patentli ürünü olan ve 24 çeşit bitki karışımından elde edilen PhytoComplex AHL aktifi (vs) ile destekleniyor. Her bir Thalia Natural Beauty markalı ürünün doğal ve doğru formülasyonlu olmasına dikkat ediliyor, en iyi ve en güçlü etken maddeler kullanılıyor. Ürünler, AR-GE çalışmalarına büyük önem veren Akten Kozmetik’in laboratuvarında elde edilen bitki özleriyle üretiliyor. Thalia Natural Beauty markalı ürünlerde kesinlikle SLS, SLES, paraben, parafin, koruyucu, hayvansal yağ, kostik gibi insan sağlığına zararlı madde kullanılmıyor. Ürünler asla hayvanlar üzerinde test edilmiyor. Kalitesiyle global markalara eş değer olan Thalia Natural Beauty markalı ürünler, “Kaliteli ürün pahalıdır” algısı yıkılarak son derece ekonomik fiyatlarla tüketicilerle buluşturuluyor.

MUTLULUK VEREN 10 BESİN


Özellikle büyük şehirlerde mutsuz olduğundan yakınanların sayısı giderek artıyor.

Hele de güneş ışınlarının azaldığı, havaların soğuk ve kasvetli bir hal aldığı bugünlerde pek çok kişi kendini daha mutsuz ve güçsüz hissediyor. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Ayça Güleryüz başta kırmızı meyveler olmak üzere bazı besinlerin içerikleri itibariyle kişilerin kendilerini mutlu hissetmesini sağlayabildiğini belirterek “Günlük beslenmenizde mutlaka bu besinlere yer vermelisiniz” diyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Ayça Güleryüz, mutluluk veren besinleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.


Muz
Muz, ruh halinizi düzenlemeye yardımcı olan seratonin üretimini sağlayan amino asit triptofan içeriyor. Aynı zamanda muz iyi bir potasyum ve B vitamini olan folat kaynağı. Düşük B vitamini düzeylerine sahip olmak yapılan çalışmalarda depresyona bağlandığından muz iyi bir mutlu edici besin olarak kabul ediliyor. Ancak glisemik yükü yani kan şekerinizi yükseltme hızı fazla olan muzu diyabetiniz varsa porsiyon kontrolü yaparak tüketmeye özen gösterin. 1 porsiyon muz 1 küçük boya denk gelirken, büyük ithal muz ise yarım tüketmeye özen gösterin.

Kırmızı meyveler
Çilek, dut, böğürtlen gibi kırmızı meyvelerin, reçeteli duygudurum dengeleyici ilaçlar ile kimyasal benzerlikleri bulunuyor. Ayrıca bu meyvelerde bulunan flavonoid antosiyanidin, artan depresyon oranları ile ilintili olan enflamasyonu da azaltıyor. Özellikle küçük taneli meyvelerde porsiyon kontrolü zor olabildiğinden 1 porsiyonu 1 çay bardağı dolusu olacak şekilde tüketebilirsiniz.

Bitter çikolata

Koyu çikolata, iyi bir antioksidan kaynağı. Aynı zamanda stres hormonu olarak da adlandırılan kortizol seviyelerini de düşürüyor. Tatlı isteğinizi diğer tatlılara oranla daha hızlı keserken kişiyi de mutlu ediyor. Ancak kakao değeri yüksek olan çikolataları tercih ederseniz kalorisinin yüksek olduğunu unutmayın. 1 küçük kare bitter çikolata tüketebilirsiniz.

Yumurta

Yumurta, ruh halinizi düzeltmeye yardımcı omega-3 yağ asitleri, çinko, B vitaminleri ve iyodür ile yüklü olan, aynı zamanda protein dolu bir besin. Kişiyi uzun süre tok ve enerjik tutuyor. Özel bir sağlık durumu olmayan kişilerin tüketeceği günde 1 adet yumurta, mutluluk verirken, zayıflamaya da yardımcı oluyor. Yumurtayı pişirme şekliniz de vitaminlerden faydalanmak için oldukça önemli. Haşlama yumurta yapıyorsanız gri halka oluşmayacak şekilde kaynatmaya çok dikkat edin. Tavada yumurta yapacaksanız yanmaz tavada yapmaya özen gösterin. Yağı yakarak yumurtayı tavaya kırmayın.


Somon

Beslenme ve Diyet Uzmanı Ayça Güleryüz “Somon, ruh halini iyileştiren ve depresyonla mücadele edebilen omega-3 yağ asitleriyle dolu. Somonu kızartma yapmadan fırında veya ızgara olarak tercih ederseniz daha sağlıklı bir alternatif olacaktır. Haftada en az 3 gün balık tüketerek ihtiyacınız olan omega-3 ü karşılayabilir hem de mutlu olmaya bir adım daha atabilirsiniz” diyor.


Zerdeçal

Doğu Asya mutfağında kullanımıyla bilinen sarı baharat, ruh halini artıran ve depresyonla mücadele eden kurkumin içeriyor. Her gün 1 tatlı kaşığı kullanımının hem mutlulukla hem de sağlıkla oldukça yüksek bir bağlantısı var. Özellikle kış sebzeleri olan karnabahara, pırasaya veya lahana yemeğine oldukça yakışan baharatı aynı zamanda, yumurtanızda veya salatalarınızda kullanabilir, yoğurdunuzun içine ilave ederek ara öğün olarak tercih edebilirsiniz.

Ispanak
Ispanak, depresyonu hafifleten ve yorgunluğu azaltan folik asit içeriyor. Ispanağı pişirirken çok uzun süre ocakta tutmamaya özen gösterin. Pişirme esnasında tencerenin kapağını çok sık açmayın. Çünkü ıspanak ısı ile fazla temas ettiğinde birçok vitamin ve mineral kaybına uğruyor. Ispanağı çiğken salatalarınıza doğrayarak vitaminlerden daha yüksek oranda yararlanabilirsiniz.

Kabak çekirdeği
Kabak çekirdeği triptofanın en iyi gıda kaynaklarından biri. Triptofan da sakinleştirici bir etkiye sahip olup hem rahatlatıyor hem de seratonin salgılanmasına yardımcı olarak mutluluk veriyor. Ara öğün olarak tercih edecekseniz mutlaka porsiyon kontrolü yapmaya özen gösterin. Yağlı tohumlardan olan ve kalorisi oldukça yüksek olan kabak çekirdeğinin 1 porsiyonunu 1 küçük avuç alabilirsiniz.

Kuru fasulye
Beslenme ve Diyet Uzmanı Ayça Güleryüz “ABD Tarım Bakanlığı tarafından yapılan bir araştırmaya göre, düşük magnezyum seviyeleri daha düşük enerjiye bağlanmıştır. Özellikle haftada en az 2 gün kuru fasulye tüketmek hem enerjinizi yükseltebilir hem de zengin lif içeriği sayesinde uzun süre tok hissetmenizi sağlayarak zayıflamanıza yardımcı olabilir” diyor.

Kefir
Kefir bağırsak sağlığı için önemli olan probiyotik bakteriler açısından oldukça zengin. İçerdiği enzimler sayesinde sağlıklı bir bağırsak fonksiyonu sağlıyor. Fermente bir süt ürünü olduğu için laktoz oranı düşük olan kefiri, gaz problemi olanlar da rahatça tercih edebilir. Mutlu bağırsak demek mutlu bireyler demek. Ayrıca kefir B12 vitamini ile D vitaminini de içeriyor ve günlük D vitamini ihtiyacının yüzde 25’ini karşılayabildiği için depresyona karşı da fayda sağlayabiliyor. Günlük beslenmenize en azından 1 bardak kefiri ilave edebilirsiniz.





Maskelerle cilde ışıltı, adımlarınıza 

neşeli bahar havası 

L’Occitane’ın baştan çıkaran doku ve lezzetli kokulu maskeleri mağazalarda yerini aldı. Her kullanışınızda ağzınızın sulandığını hissedin..
L’Occitane, bu çarpıcı ürün yelpazesinde Akdeniz havzasının kalbini, güneşle yıkanmış meyve bahçelerinde bir araya getiriyor. Maskeleri kullanırken hatırlamanız gereken tek bir kural var; Daha fazla eğlence..
Mineral bakımından zengin meyvelerden ve bitkilerden ilham almış içerikleri, yoğurt, reçel ve pürenin dokusundan ilham almış yapısıyla L’Occitane yüz maskeleri güzelliğiniz için çalışacak...

Doğallıkta en iyisi...Tüm yeni maske serisi, Provence’ın semt pazarlarından ve tezgahlardan yayılan büyüleyici meyve aromalarından ilham alarak, içerikler ise tamamen el becerisi ve cildin ihtiyaçlarına göre oluşturuldu.


Maskelerinizle hazırlanın ve ışıldayın! 

Peeling özelliği olan Radiance Scrub ışıltı maskesi;
Korsika’dan gelen meyve asitleri bakımından zengin olan taze greyfurt içeriği ile cildinizi hızlıca arındırır. İçerisinde bulunan ufak granüller cildi nazikçe soyar ve cilde enerji katar. Temiz ve kuru cilde kalın bir tabaka uygulayın, 3- 5 dakika bekletin ve dairesel hareketler ile uygulayın ve sonrasında arındırın. Reçel yapısına sahip bu maskeye kim karşı koyabilir ki?
Fiyat: Radiance Scrub 75 ml – 185 TL
6 ml – 27 TL

Soothing Mask; Yatıştırıcı Maske..
Güney Fransa’nın Ardèche bölgesinden gelen Frenk üzümü, cildin genel performansını destekleyen magnezyum ve kalsiyum içeriği bakımından zengin mineraller içerir. Temiz ve kuru cilde yoğurt yapısındaki maskeyi kalın bir tabaka olarak uygulayın ve 5 dakika bekleyin. Böylece gerçek Frenk üzümü tohumları cildinizi anında canlandıracak. Maskenin yatıştırıcı etkisini hemen hissedeceksiniz. Daha fazla etki istiyorsanız maskeyi buzdolabında tutup uygulayabilirsiniz.
Fiyat: Soothing Mask – 185 TL
6 ml – 27 TL

Purfying Mask; Arındırıcı MaskeProvence’ın gözenek küçültme özellikleriyle bilinen, çinko bakımından zengin, taze, organik kekiklerinden yapılmıştır. Temiz ve kuru cilde, püre yapısındaki maskeyi ince bir tabaka uygulayın. 5 dakika bekletin. Matlaştırıcı doğal pudra içeriğiyle ve kremsi yumuşacık yapısıyla cildinizdeki fazla sebumu emerek, arındırır...
Fiyat: Purifying Mask – 185 TL
Purfying Mask – 27 TL

Aqua Reotier Mineral Moisture Mask
Yüzyıllar boyunca yer altı kayalarının arasında mineralleri toplayarak gezinen, sıcaklığını yerin derinliklerinden alan Reotier kaynağı suyunun, kalsiyum bakımından zengin içerikleriyle dolu bu mineral içerikli maskesi ile sağlıklı bir cilde sahip olmak çok kolay. Bu maskenin ardında yüksek performanslı nemlenme ve ferahlık etkisi vermesinde yüksek nem kaynağı Aqua Reotier suları yatıyor.
Nemi maksimize etmek için yüksek oranda kalsiyum ve mineral içeren Reotier suyu, hyaluronik asit ve nem veren moleküller içeriyor. Silikon içermeyen bu maske 2 şekilde kullanılabiliyor; Gece maskesi gibi ince bir tabaka gibi ya da tek atımlık, hızlı etkili bir nemlendirme etkisi için kalın bir tabaka şeklinde ihtiyaç duyduğunuz anda uygulayabilirsiniz. Böylece kurumuş cildiniz canlanarak, hızlıca neme doyar ve güne hazır hale gelir.
Fiyat:
Aqua Reotier Mineral Moisture Mask 75 ml – 224 TL
6 ml – 30 TL

Sizin için maske tariflerimiz;
Birbirinden çekici maskelerimizden sadece birini seçmek neredeyse imkansız! Ama iyi haber; hepsini aynı anda kullanabilirsiniz!

Sağlıklı ve ışıltılı görünüm için;
Radiance Scrub’ı yanaklarınıza kalın bir tabaka uygulayın ve daha sonra durulayın. Ardından Purifying Mask ile alın, burun ve çene bölgesini arındırmaya devam edin! Ve son olarak, koruyucu özelliklerinden yararlanmak için Soothing Mask’ı boyun veçene altı bölgesine uygulayın!

Detoks ve yatıştırıcı etki için;Cildinizin detoksa ihtiyacınız varsa alın, burun ve çene bölgesinde Purfying maske ile giriş yapın. Kalın bir tabaka uygulayın. Sonrasında Soothing Mask’ ı boyun ve yanaklarınıza uygulayarak detoksunuzu tamamlayın..

Konfor ve tazelenme için;
Cildinizi parlak ve ışıltılı tutmak için Radiance Scrub’ı uygulayın.. Durulayın. Sonrasında cildinizi daha iyi hissettirmek için Soothing Maske’yi uygulayın. Alın, burun ve çene hattına bolca uygulayın; hemen hemen yüzünüzde yanaklar hariç her yere uygulayın..
Ve en güzeli bunların hepsinden sonra Aqua Retoir Mineral Mask ı uygulayarak cildinizde yarattığınız etkinin uzun süreli olmasını sağlayabilirsiniz...




Ekmek Yiyerek de Zayıflamak Mümkün!


Diyet yaparken ilk vedalaşılan yiyeceklerden olan ekmek, yapacağınız doğru tercihlerle hayatınızdan çıkmak zorunda değil. Günümüzde pek çok çeşidi bulunan ekmek, diyetinizin vazgeçilmez bir parçası haline de gelebilir.


29 Kasım 2018, İstanbul – Karbonhidrat ve ekmek tüketiminin sınırlandırıldığı diyetler, kilo verimi için sıkça başvurulan yöntemler arasında gösteriliyor. Özellikle rafine karbonhidrat ve basit şekerler, yüksek glisemik indekse (GI) sahip oldukları için kan şekerini aniden yükselterek bir süre sonra acıkmaya yol açıyor. Bu da diyet sürecinin zorlaşmasına ve hatta aksamasına sebep oluyor.
Diyetisyen Banu Kazanç, diyet süreçlerinde tüketimi kesilen karbonhidratların, vücudumuzda pek çok önemli görevi olduğunu hatırlatıyor: "Kan glukozunu ayarlayan ve beynin glukoz ihtiyacınız karşılayan karbonhidratlar yetersiz düzeyde alınırsa, beyin ihtiyacı olan glukozu bulamaz ve gerekli miktarı kas dokusundan kullanmaya başlar. Bu da kişide kas kaybına yol açar. Ayrıca karbonhidratlar, konsantrasyonu korumak ve daha iyi bir ruh hali sağlayan serotonin üretimi için de kritik önem taşır..."
Hangi ekmekler tüketilmeli?
"Diyet süreçlerinde tüketimi ilk sınırlanan karbonhidratlardan olan ekmek, doğru tercihler yapıldığı takdirde hayatınızdan çıkmak zorunda değil." diyor Kazanç ve ekliyor; "Günümüzde pek çok ekmek alternatifi mevcut. Örneğin kepekli tahıllar sağlıklı bir diyetin önemli bir parçası olacaktır. Ayrıca çavdarlı, yulaflı, tam tahıllı, keten tohumlu, ruşeymli, zeytinli-cevizli, mısırlı ve ekşi mayalı odun ekmeği de yine diyet süreçlerinde hem lezzet hem de karbonhidrat ihtiyacınızı sağlıklı bir biçimde karşılayacaktır. Özellikle tam tahıllı ekmekler, tiamin, riboflavin, niasin ve folat gibi B grubu vitaminler açısından zengin olmakla birlikte, bu vitaminlerden tiamin, beynin ihtiyacı olan enerji üretimi için de önemli rol oynar. Tam tahıllı ekmekler yoğun lif, demir, magnezyum ve selenyum içeriği ile de öne çıkıyor."

Kalp hastalıkları ve diyabet riskini ekmek
yiyerek azaltmak mümkün

"Kepeği ayrılmadan hazırlanan tahıl ürünleri, kalp hastalıkları, yüksek tansiyon ve diyabet gibi kronik hastalıklara yakalanma riskini zayıflatıyor." diyor Banu Kazanç ve ekmek tüketiminde dikkat edilmesi gereken noktaları şöyle işaret ediyor: "Rafine karbonhidrattan ve dolayısıyla beyaz unla hazırlanan ekmekten kesinlikle kaçınılmalı. Kepekli, tam tahıllı, çavdarlı vb. ekmekleri de tüketirken aşırıya kaçmamak gerekiyor. Ne kadar ekmek tüketilmesi gerektiği, karbonhidrattan gelen enerji miktarının beslenmenizin ne kadarını kaplayacağına bağlı olarak kişiden kişiye göre değişiyor. Sağlıklı beslenmede tüketilen besinin %45-55 kadarı karbonhidrat olabilir ama bu değer yalnızca ekmek üzerinden hesaplanmıyor. Meyve, süt, yoğurt, sebze, makarna, bulgur ve pirinç pilavı da karbonhidrat olduğu için, menünüze göre değerlendirme yapmanız gerekiyor. Kilo verme hedefiniz, yaşınız, cinsiyetiniz ve çalışma temponuz, kaç dilim ekmek yemeniz gerektiğini doğrudan etkileyen kıstaslar arasında. Diyetiniz ve hedefleriniz ile çelişmiyorsa, öğün başına 1-2 dilim ekmek yemeniz uygun olacaktır."

Banu Kazanç Kimdir?

Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nden 1996 yılında mezun olan Banu Kazanç; kadın-erkek olmak üzere hemen her kesimden ve yaş grubundan kişilere sağlıklı beslenme konusunda danışmanlık yapıyor.
Danışanlarına bugüne kadar edindiği deneyimleri aktararak sağlıklı beslenme konusunda bilinçlenmelerine, bunu bir hayat tarzı olarak benimsemelerine ve bu bilgileri yaşantılarına yansıtmalarına yardımcı oluyor. Özel bir hastalığı olan kişilerle çalışırken ise düzenli kilo verimini sağlarken ilaç tedavilerini de minimuma indirmeyi hedefliyor. Diyeti, sadece kilo vermek olarak görmeyen Banu Kazanç, sağlıklı kilonun korunması ve metabolizma hızlandırma amaçlı teknikler öğretiyor.


LÖSEMİ, BULAŞICI DEĞİLDİR

Akra Talks, kaldığı yerden devam ediyor. Akra Talks’un Kasım ayında gerçekleştirilen 37’inci programının konuğu Lösev Antalya İl Koordinatörü Tutku Canıdar oldu. Canıdar, Lösev ve Lösemi hastalığına dair merak edilen tüm detayları paylaştı.



Akra Urban Social Lounge’ta düzenlenen sohbette; Lösev’de Lösemi ve kanserle yolculuk üzerine bilgi dolu bir söyleşi gerçekleştirildi. Konuşmasına Lösemi hastalığıyla ilgili bilgi vererek başlayan Tutku Canıdar, lösemi’nin kemik iliğinde bulunan kan yapıcı hücrelerin gelişimini tamamlamayarak anormal hücrelerin ortaya çıkması sonucunda ortaya çıktığını söyledi. Canıdar, erken teşhisin tedavide çok önemli olduğunu vurgulayarak, her hastanın tedavisinin kendine özgü planlandığını da sözlerine ekledi.

‘‘Çocuğunuzun telefonla uyumasına izin vermeyin”
Doğal ortamda yetişmeyen her şeyin kanseri tetikleyebildiğini, bunun kimde, ne zaman, niye ortaya çıktığının ise henüz bilinmediğiniz belirten Tutku Canıdar, “Dengesiz beslenme, sigara kullanımı, kimyasal maddelere yoğun ve kontrolsüz olarak maruz kalma, hastalığın en önemli risklerini oluşturmaktadır. Bu nedenle lütfen çocuklarınızın odalarında telefon ve tabletleriyle uyumalarına izin vermeyin” şeklinde konuştu.

“3 tüp kan eşittir 1 hayat”
Kemoterapi ve kök hücre nakli olmak üzere iki tip tedavi yönetiminin bulunduğunu söyleyen Canıdar, “Özellikle kan hücre bağışçısı olmak isteyen kişilerin, Kızılay’a giderek 1 tüp kan vermeleri ilk etapta yeterli olmaktadır. Kök hücre nakli bekleyen birisinin değerleriyle eşleşmeniz halinde vereceğiniz kan miktarı unutmayın ki yalnızca 3 tüp olacaktır” dedi.

Gönüllülere ihtiyacımız var
Maske taktıkları için çok ciddi bir şekilde ötekileştirilen çocukların olduğunu da sözlerine ekleyen tutku Canıdar, “Lösemi, bulaşıcı değildir. Asla mikrop bulaştırmaz. Bu konuda artık daha çok bilinçlenmeliyiz. Bu anlamda bize destek olacak daha çok gönüllüye ihtiyacımız var. Bu kimi zaman kıyafet veya yiyecek kimi zamanda gönüllü çalışmaya dayalı bir şeyde olabilir. Açıkçası her türlü yardıma ve desteğe açığız. Faturalı hatlarınız üzerinden BAĞIŞ yazıp, 3406’ya SMS göndererek de yine bizlere destek olabilirsiniz” şeklinde konuştu.

Akra Talks, sürpriz konu ve konuklarıyla misafirlerinin kalbine dokunmaya devam edecek.

1 – 31 Ekim Meme Kanseri Farkındalık Ayı





Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanser türü. 2018 yılında dünyada 2 milyon kadar yeni meme kanseri tanısı konulacağı ve 600 bin kadar kadının da meme kanserinden hayatını kaybedeceği belirtiliyor. Türkiye’deki kanser istatistiklerine göre de; meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanser olup, kadınlarda gelişen tüm kanserlerin yüzde 25'ini oluşturuyor. Yürekleri ferahlatan haber ise tedavideki büyük gelişmeler sayesinde erken tanı konulduğunda meme kanserinde tam şifa sağlanabilmesi!
Meme kanseri hiç kuşkusuz hemen her kadının korkulu rüyası. Ancak birçok kadın eline bir kitle geleceği kaygısıyla kendi kendini elle muayeneden ve mamografi yaptırmaktan kaçınıyor. Oysa günümüzde gelişmiş ülkelerde yaşamları boyunca her 8 kadından birinde gelişen meme kanserinde erken tanı hayat kurtarıyor. Öyle ki erken tanı, tümörün daha başlangıç evresindeyken cerrahi yöntemle çıkarılabilmesine imkan sağlıyor. Erken evrede yakalanan tümörlerin pek çoğunda kemoterapi vermek gerekmeyebiliyor, hastalar radyoterapi gibi lokal tedaviler ve daha az yan etkisi olan antihormon tedavilerle şifa bulabiliyor. Bu nedenle her kadının 20 yaşından itibaren ayda bir kez kendi kendine meme muayenesi yapması ve memede değişiklik fark ettiğinde zaman kaybetmeden hekime başvurması çok önemli. Peki hangi belirtiler meme kanserine işaret ediyor? Acıbadem Altunizade Hastanesi Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Gül Başaran “1 – 31 Ekim Meme Kanseri Farkındalık Ayı” kapsamında meme kanserinin 6 önemli sinyalini anlattı, önemli bilgiler verdi.
 
Memede veya koltuk altında kitle
Hastaların en sık başvurdukları şikayet ‘ele gelen bir kitle’ oluyor. Kitle çoğunlukla ağrısız, el altında kayan ve kenarları düzensiz bir özellik sergiliyor. Bazen de dokunmaya hassas ve göğüs duvarına yapışık sert bir yapı hissedilebiliyor. Memede ele gelen her kitle kötü huylu tümör değil kuşkusuz. Adet dönemi öncesinde, doğurganlık çağındaki pek çok kadının memesinde ele gelen kitleler görülebiliyor ve bunlar çoğu zaman fibroadenom ile fibrokistik hastalık gibi selim meme hastalıkları oluyor. Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Gül Başaran ancak kitlenin adet dönemi sonrasında küçülmeden aynı şekilde kalması veya kısa süre içinde büyüme göstermesi durumunda mutlaka bir doktora başvurmak gerektiğinin altını çizerek, “Bazen de memedeki kitle fark edilmeyen bir boyutta oluyor ve koltukaltında lenf nodu daha önce ele gelebiliyor. Bu tablo da meme kanserine işaret edebiliyor” diyor.

Meme başından akıntı
Bazı hormonal değişiklik durumlarında meme ucundan süte benzer akıntı gelebiliyor. Ancak kırmızı kahverengi bir akıntı oluyorsa, bu “papillom” grubu adı verilen bir çeşit meme tümöründen kaynaklanabiliyor. Bu durumda mutlaka bir doktora başvurmak gerekiyor.

Memede şekil değişikliği, asimetri
İki memenin simetrisinin bozulması veya herhangi bir şekil değişikliği saptandığı takdirde doktora başvurmak büyük önem taşıyor. Meme derisinde herhangi bir değişiklik, ciltte kalınlaşma da doktora başvurmanızı gerektiriyor.
 Meme başında içe doğru çekilme
Meme ucunun içe doğru çekilmesi, çökmesi de meme kanseri habercisi 
olabiliyor.

 Meme başında yara, soyulma, pullanma
Meme başında kırmızı pembe yara, soyulma, pullanma gibi değişimler meme kanserinin sinyali olabiliyor.

Memede şişlik, kızarıklık ve ağrı
Ağrılı, şiş, pembe ve kızarık bir meme, meme kanserinin iltihaplı şeklinin göstergesi olabiliyor. Ancak bu durum özellikle emziren annelerde emzirmeye bağlı olarak “mastit” adı verilen meme iltihabına bağlı da görülebiliyor. Bu durumlarda hastanın doktora muayene olup gerekli görüntülemelerle takip edilmesi ve ihtiyaç halinde hızlıca biyopsi yapılması çok önemli.

Erken teşhis için bu muayeneler şart!
20 yaşından sonra elle muayene: Elle muayene meme kanserinin ileri evrelere ulaşmadan fark edilmesine yardımcı oluyor. Dolayısıyla erken tanı için her kadının kendi memesini 20 yaşından sonra ayda bir kez, tercihen banyoda, adet döneminden 1 hafta kadar sonra (memedeki şişkinlik ve hassasiyet azaldıktan sonra) muayene etmesi çok önemli.

40 yaşından sonra mamografi: Elle muayenenin bir klinisyen tarafından yapılması ve yıllık mamografi çekimlerine başlanılması öneriliyor. 40 yaş üzeri kadınlarda herhangi bir şikayet olmasa bile 1 ya da 2 yılda bir yapılan mamografilerle meme kanseri erken saptanabiliyor. Mamografiyle elde edilen bilgiler yeterli gelmezse ek olarak ultrasonografi yöntemine başvuruluyor. Güçlü aile öyküsü olan ya da meme kanserine eğilim yapan genetik bozuklukları taşıyan kadınlarda daha erken yaşlarda ve farklı yöntemler kullanarak da tarama yapılabiliyor.




İçinizdeki Yabancıyla Tanışın:
ZENOBİYOTİKLER!
Son yıllarda tıp, eczacılık, beslenme ve diyet uzmanları kilo alma sebebi olan yepyeni bir düşman keşfetti: Zenobiyotikler! Bunlar, insan vücudunda var olmayan, sonradan vücudun ortaya çıkarmadığı ancak dışarıdan gelen zararlı bir tür oluşumlar. Biz de Diyetisyen Emre Uzun ile zenobiyotikleri keşfedeceğimiz şaşırtıcı bir yolculuğa çıktık...

“Zenobiyotikler (xenobiotics) normal koşullar altında insan vücudunda bulunmuyor. İnsan vücudu tarafından da üretilmiyor ama bir şekilde dışarıdan vücudumuza giriyor. Bunlar, bir grup kimyasal. Kimini bilerek ve isteyerek alıyoruz kimi de biz farkına bile varmadan vücudumuza giriyor. Kısaca zenobiyotikler, dış kaynaklı ve vücuda yabancı moleküller... Bir grubu bilerek ve isteyerek kullandığımız bazı ürünler yoluyla vücudumuza giriyor; örneğin diyete yönelik gıdalar, kozmetikler, gıdalardaki koruyucu maddeler ve en çok da ilaçlar yoluyla… Diğer grubu ise böcek ilaçları, doğada çözünen plastikler, birbirinden farklı kimyasallar ve çevre kirliliği sebebiyle ve yiyip içtiklerimiz, soluduğumuz hava, içtiğimiz musluk suyu, içtiğimiz sigara hatta dokunduğumuz, giydiğimiz kıyafetler üzerinden vücudumuza giriyor. Kısacası vücudumuz farkına bile varmadan milyonlarca zenobiyotiğe ev sahipliği yapıyor!”

Zenobiyotikler, pek çok hastalığın sebebi!
Bu zenobiyotikler masum mu, değil mi? sorusuna da Emre Uzun şöyle yanıt veriyor: “Hiç biri masum değil! Tam tersine, zenobiyotikler zehirlenme sebebi. Vücuda kalıcı zararlar verebiliyorlar. Daha da kötüsü vücudu toksinlerden arındıran besin ögelerini çalıyorlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar ise zenobiyotiklerin Parkinson ve Alzheimer gibi hastalıklarda da rol oynadığını gösterdi. Kanseri tetikledikleri gibi kanser hücrelerinin oluşmasını da sağlıyorlar. Yaşlanmayı hızlandırıyorlar, serbest radikallerin vücuda verdiği hasarlarda da payları var. Otoimmün, yani bağışıklık sistemiyle ilgili alerjik hastalıklara yol açtıkları da öne sürülüyor. Zaten alerjik vakalarda yaşanan patlama da zenobiyotiklerle ilişkilendiriliyor.

Peki, ömür boyu zenobiyotiklerle mi yaşıyoruz? Diyetisyen Emre Uzun, “Neyse ki zenobiyotikleri birkaç yolla vücuttan uzaklaştırıyoruz. Bu yollar da terleme, soluk alıp verme, idrara çıkma ve boşaltım. Karaciğerimiz ise başrol oyuncusu çünkü salgılanan enzimlerle zenobiyotikleri oksitleyerek, indirgeyerek, içlerindeki su molekülünü çözümleyerek veya suyla karıştırarak atık haline getiriyor. Sonra da safra ve diğer yollarla vücuttan atıyor. Bu işlem vücudumuza giren her zenobiyotik için sil baştan yapılıyor” diyor.

Zenobiyotiklerle savaşmanın yolları
Zenobiyotiklerden kurtulmanın bir yolu yoksa bile uzak durmanın bir yolu var mı? Emre Uzun “Var” diyor ve açıklıyor: “Yapay katkı maddesi, örneğin tatlandırıcı, renklendirici, aroma verici, koruyucu madde vb. barındıran yiyecekleri tüketmemeye dikkat edin. Yararlı mantarları öldüren katkı maddelerinden uzan durun. Sebze ve meyvelerinizi sirkeli suda bekletin. Arıtılmış su için. Doğal ürünlerin kullanıldığı kozmetikleri tercih edin. Gerekmedikçe antibiyotik kullanmayın. Ev temizliğinde olabildiğince kimyasallardan uzak durun. İşlenmiş gıdaları mutfağınıza bile sokmayın. Satın aldığınız ambalajlı ürünlerin etiketlerini okumayı alışkanlık haline getirin; sadece son kullanma tarihlerine değil kullanılan koruyucu maddeleri de öğrenin.”

Diyetisyen Emre Uzun, zenobiyotiklerle mücadelede karaciğerimize büyük görev düştüğünün bir kez daha altını çizerek, karaciğerimize nasıl destek olacağımızı da anlatıyor: “Yeterli Omega3, Omega6 ve Omega9 yağ asidi aldığınızdan da emin olun. Omega 6 ve Omega 9 sorun değil, onları bol bol alıyoruz yediklerimizden ama Omega3 için mutlaka balık tüketmemiz gerekiyor. Bu noktada iki sihirli kelimemiz var: Antioksidanlar ve detoks...
Meyve sebzeler antioksidan için ideal. Elmadan tutun yeşilbibere, avakadodan enginara, bademden brokoli ve böğürtlene kadar pek çok antioksidan besini tüketebilirsiniz. Son yıllarda arpa ve buğday çimi ile çam ağacı kabuğu da bu listeye eklendi.

Karaciğeri güçlendirmek için de detoks uygulayabilirsiniz. Böylece zenobiyotiklere karşı amansız bir savaş yürüten karaciğerinizi güçlendirmiş ve desteklemiş olursunuz. Lahana, karnabahar, enginar ve brüksel lahanası karaciğeri başarıyla temizler. Bunları yiyemiyorsanız suyunu içebilirsiniz. Yine lifli gıdalar, havuç, zencefil ve bütün sebze suları karaciğer detoksu için kullanılabilir. Pancar mucizevi bir detoks kahramanıdır ve tam da mevsimi... Yaprakları karaciğeri, yumrusu safra kesesini arındırır. Zerdeçal ve karahindiba kökünü aktarlarda bulabilirsiniz. Muz ve ıspanak da karaciğeri hem arındırır hem güçlendirir.”


Kemik dostu vitamin ve minerallere sofranızda yer açın!

GÜÇLÜ KEMİKLER İÇİN OLMAZSA OLMAZ BEŞLİ




Her ne kadar sert ve dinamik bir doku olarak görünse de kemiklerimiz de yıpranıp zayıflayabiliyor. Özellikle yaş ilerledikçe hızlanan kemik erimesi beklenmedik bir anda, en küçük bir kazada kemik kırıklarına yol açabiliyor. Oysa kemik erimesine karşı gençken alacağımız basit önlemlerle, ileri yaşlarda da sağlıklı ve güçlü kemiklere sahip olmamız mümkün. Acıbadem Kadıköy Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Selami Çakmak “50 yaşından sonra yavaş yavaş kemik kütlemizde azalmalar meydana gelebilir. Bebeklik ve çocukluk çağlarında kemik sağlığına katkıda bulunulması ileri yaşlarda oluşabilecek kemik sağlığı sorunlarını önleyebilir. Dengeli ve sağlıklı beslenmenin yanı sıra kemiklerimize fayda sağlayan bazı vitaminler ve mineraller de vardır” diyor. Doç. Dr. Selami Çakmak, dengeli ve sağlıklı beslenme ile kemik sağlığımıza katkıda bulunacak vitamin ve mineralleri anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu. 



D VİTAMİNİ

Kemik sağlığı için en önemli vitaminlerin başında D vitamini geliyor. Özellikle besin ile alınan kalsiyumun emilmesindeki katkısı büyük olan D vitamininin kemiğin büyümesinde ve yapım-yıkım dengesinde de önemli rolü var. D vitamini eksikliği olanlarda kemikte kolaylıkla kırılma, eğilme ve bükülmeler olabiliyor.



D vitamini kaynakları:

En iyi D vitamini elde etme yolu gün ışığında güneş ışınlarından faydalanmak. Balık ve balık yağı da D vitamini açısından zengin. Doğal besin kaynaklarında çok yaygın olarak bulunmaması nedeniyle D vitamininin ek olarak alınması gerekebilir. Çocukluktan başlayıp ileri yaşlara göre değişmekle birlikte hekim önerisiyle günlük 600 ile 4000 IU arasında D vitamini alınması faydalı.



KALSİYUM

Çocukluk ve ergenlik döneminde alınan kalsiyumun sağlıklı bir kemik için gerekli olduğu aşikâr. Vücutta kalsiyum depolarının hep dolu tutulması için kalsiyum içeren besinlerin yetişkinlik döneminde ve ileri yaşlarda da tüketilmesi şart. Yapılan bir araştırmaya göre çocukluğundan bu yana yeterli kalsiyum alan kişilerde kemik erimesine bağlı kırıklar, yeterli kalsiyum almayanlardan yüzde 30 daha az görülüyor.

Kalsiyum kaynakları:

1 porsiyon somon balığında 200 mg, 1 su bardağı süt içinde 200 mg kalsiyum bulunuyor. Sağlıklı bir yetişkinin günde 1000 mg. ileri yaşlarda ise günde 1200 mg kalsiyum alması gerekiyor. Damarlarımızda dolaşan kalsiyum miktarı yetersiz kalırsa, vücudumuz bu kalsiyumu yerine koymak için kemik depolarını kullanıyor. Bu nedenle beslenme ile kalsiyum alımına önem vermek gerekiyor.

FOSFOR
Fosfor ve kalsiyuma kemik sağlığının devamı için çalışan ikili savaşçı denilebilir. Bu iki mineral beraber alındığında sindirim sistemimizden emilmesi daha iyi oluyor. Ancak yapılan çalışmalar; bol miktarda kafein almanın kalsiyum ve fosforun bağırsaklardan emilmesini azalttığını ortaya koyuyor. O nedenle aşırı kahve tüketiminden kaçınılmalı.

Fosfor kaynakları:
Koyu yeşil yapraklı taze sebzeler, baklagiller ve badem gibi kuruyemişlerde bol miktarda kalsiyum ve fosfor bulunuyor. Dengeli beslenme ile vücudumuz için gerekli günlük fosfor miktarını genellikle gıdalardan aldığımızdan ek bir takviye gerekmiyor.

K VİTAMİNİ
K vitamininin kemik oluşmasında etkili bir görevi var. Son yıllarda yapılan çalışmalar, K vitamini eksikliği bulunan kişilerin kemiklerinde kırık oluşma riskinin daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle menopoz sonrasındaki kadınların kemik sağlığının korunmasında K-2 vitaminin koruyucu etkisi var.

K vitamini kaynakları: 
Yeşil yapraklı taze sebzeler, süt ürünleri, maydanoz, yeşil çay, kivi ve kuru erik K vitamini açısından oldukça zengin. Ancak herhangi hastalığı nedeni ile kan sulandırıcı kullanmakta olanların doktorlarına danışarak K vitamini desteğine ihtiyacı olup olmadığına karar verilmeli.

C VİTAMİNİ
Normal kemik gelişimin yapıtaşlarından birisi olan kolajenin oluşmasında C vitaminin rolü büyük. Aynı zamanda vücutta antioksidan olarak da çalışan C vitamini, kemiklerdeki yıkımın önlenmesine de katkıda bulunuyor. Yapılan bir çalışma; ileri yaşlardaki erkeklerde C vitamini alınması ile kalça kemiğindeki kırık oluşma riskinin azaldığını gösteriyor. Diyet ile alınması tavsiye edilen günlük C vitamini miktarı kadınlarda 75 mg, erkeklerde 90 mg.

C vitamini kaynakları:
Brokoli, karnabahar, turunçgiller, sivri biber, çilek ve kivide bol miktarda C vitamini bulunuyor. Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Selami Çakmak “Saydığımız vitamin ve minerallerin dengeli bir beslenme ile alınması çok önemlidir. Her birinin birbiri ile etkileşimde olduğu ve birbirinin faydasını artırdığı göz önünde bulundurulduğunda, yaşamımızdaki her alanda olduğu gibi kemik sağlığımızın korunmasında da denge en önemli unsur olmaya devam etmektedir” diyor.




“Koku yaşamsal önem taşıyor!”
                                                                                               KOKU VE TAT SEMPOZYUMU

Dost sohbetine eşlik eden kahvenin kokusuyla da huzur verdiğini biliyor muydunuz? Ya yediğiniz yemeğin lezzetini sahip olduğu aroması ve kokusundan aldığını? Mis gibi kokan bir çiçeği en son ne zaman içinize çekerek kokladınız? Sıcacık bir simit ya da sıcak bir çikolata kokusuyla huzur duydunuz mu hiç? Pek çoğumuz kokuları doğru algılamadığının farkında olmayabilir. Oysa koku alma bozukluğu toplumun 5’te 1’ini etkileyen önemli bir sorun! Peki koku ve tat alma duyusu olmayan kişiler, hayatı nasıl algılıyor, bu duyularını geri kazanmaları mümkün mü?

4-5 Mayıs 2018 tarihlerinde Acıbadem Taksim Hastanesi’nde düzenlenen 1. Uluslararası Koku ve Tat Sempozyumu’nda bu sorular cevap buldu; hastaların öyküleriyle birlikte koku ve tat alamayanların dünyasına tanık olundu. Sempozyum öncesi düzenlenen basın toplantısında, koku ve tat alamayan kişiler için özel olarak hazırlanan Anozmik menülerden, uygulamalı koku testine kadar farklı deneyimler yaşandı. Katılımcılar koku ve tat ilişkisini öğrenirken, ‘koku körlüğü’nün tedavi yöntemlerini, alanında isim yapmış uzmanlardan dinledi.

“Tiroit hastalıklarından diyabete birçok nedeni var!”
Yerli ve yabancı, alanında önde gelen uzmanların katılımıyla gerçekleştirilen Uluslararası Koku ve Tat Sempozyumu’nun Başkanı, Acıbadem Taksim Hastanesi KBB Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Aytuğ Altundağ, koku alamamanın önemli bir hastalık olduğunu, bu sorunla yaşayan binlerce kişi olduğunu belirtirken, hastalığın tedavisine yönelik yenilikler hakkında bilgi verdi.
Koku alma bozukluğunun birçok nedeni olduğunu belirten Doç. Dr. Aytuğ Altundağ “Koku alma bozukluğunun burun ve sinüs hastalıkları, üst solunum yolu enfeksiyonları ve kafa travmaları gibi sık bilinen nedenleri dışında, sıklıkla gözden kaçan ama klinik pratiğimizde pek çok açıdan önümüze çıkan nedenlerinden bazıları da Endokrinolojik problemler ve Toksik nedenlerdir. Diyabet, Hipotiroidi gibi hastalıkların yanı sıra hava kirliliği gibi pek çok toksik faktör de koku alma bozukluğuna yol açarak, yaşam kalitesini ciddi ölçüde düşürüyor” diye konuştu.
Doç. Dr. Aytuğ Altundağ “Daha önce pek çok koku alamayan hastaya tıpta bir çözüm olmadığı söyleniyordu, artık tanımladığımız güncel tedavi metotları ve erken teşhis sayesinde koku alma duyusunu yitiren pek çok insan tekrar koku alma yeteneğini kazanıyor” dedi. Uzun yıllardır bu alanda önemli çalışmalar yapan ve ülkemizi de yurtdışındaki pek çok toplantıda bu alandaki çalışmaları ile temsil eden Doç. Dr. Aytuğ Altundağ “Artık sadece koku duyusunu sonradan yitirmiş kişilerin tedavisi değil, aynı zamanda doğuştan koku alamayan kişilerin destek ve rehabilitasyon süreçlerini, beslenme şekillerini, sosyal yaşamda güvenlikleri için gerekli eğitimleri de planlıyoruz. Bu amaçla 18 ülkenin ortak olarak çalışmaya dahil olduğu proje kapsamında çocukluk çağında erken dönem koku alma bozukluğu olan çocukların tespiti için “Evrensel Koku Testi”ni geliştirdik ve bu testin çocuklara uygunluğunu da sağladık” dedi. 

Bu bilgilerle beraber burnumuzu özel bir hassas mandal ile sıkıştırıp acı, ekşi tatları yorumlamaya çalıştık. (sağdaki fotoğraf) 

“Koku bozukluğu hastası olduğunu bilmeyenler var!”
2 gün süren sempozyum yerli ve yabancı katılımcıların ilgi odağı oldu. Koku bilimi alanında dünyadaki önemli isimlerden Almanya Dresden Üniversitesi’nden Prof. Dr. Thomas Hummel, yeni koku alma teorileri üzerine çalışan ve her molekülün farklı titreştiği ve bu titreşimlerle farklı kokular yaydığını vurgulayan İngiltere’den Dr. Simon Gane, çocuklarda erken dönem koku alma sorunları üzerine uzmanlaşan Almanya’dan Dr. Valentin Schriever, koku alma bozukluğunun teşhisindeki yenilikler üzerine araştırmaları olan Acıbadem Taksim Hastanesi Radyoloji Uzmanı Doç. Dr. Düzgün Yıldırım, kokuların kültürel olarak tarihini anlatan Vedat Ozan, bu uzmanlardan sadece birkaçıydı.
Çocuklarda erken dönem koku alma sorunları üzerine önemli çalışmalara imza atan Dr. Valentin Schriever toplantıda yaptığı konuşmada, koku bozukluğu hastası olduğunu bilmeyen pek çok kişi olduğunu belirterek “Öncelikle Türkiye’de ilk defa düzenlenen böyle kapsamlı bir toplantıda bulunmaktan onur duyuyorum. Artık işitme seviyesinin erken dönemde tespiti gibi koku duyusunu da erken yaşlarda test etmek istiyoruz. Çalışma arkadaşım Doç. Dr. Aytuğ Altundağ ve diğer bilim insanları ile ortak olarak ürettiğimiz ‘yeni koku testi’ bu amaca hizmet edecektir” dedi.
Koku alma kaybı depresyona bile neden olabiliyor
Toplantıya Almanya Dresden Tıp Fakültesi Koku ve Tat Kliniği’nden katılan Prof. Dr. Thomas Hummel koku alma bozukluklarının genel bir rahatsızlık olduğunu belirtirken bu sorunun toplumun beşte birini etkilediğini söyledi. Koku alma kaybının temel nedenlerinin viral üst solunum yolu enfeksyonu, sinüs-burun hastalıkları ve baş travmaları olduğunun altını çizen Prof. Dr. Hummel, bu rahatsızlığa kulak burun boğaz hastaları arasında da çok sık rastlandığını vurguladı. Koku alma duyusunun kaybının; yemekten zevk alamama, yemekten zehirlenme ve sigara kokularını fark edememe gibi rahatsızlıklara yol açtığını belirten Prof. Dr. Thomas Hummel sözlerine şöyle devam etti: “Koku alamama bir ölçüde sosyal ortamlarda ve iş hayatında zorluklar yaratmaktadır. Çoğu hasta bu kısıtlamalarla başa çıkabilmektedir ancak az bir oranda da olsa bazı hastalarda yaşam kalitelerini etkileyen önemli kısıtlamalar ve depresyon gözlemlenmektedir.”
“Koku yaşamsal önem taşıyor!”
Kokunun kültürel tarihiyle ilgili araştırmalarıyla tanınan, önde gelen uzmanlardan Parfümör, 4 ciltli Kokular kitabının yazarı Vedat Ozan da toplantıda yaptığı konuşmada; koku ve tat duyusunun yaşamsal öneme sahip olduğunu belirterek “Örneğin; olası bir gaz kaçağı ya da zehirli maddelere maruziyet esnasında koku duyusu erken uyarı sistemi gibi çalışırken, koku duyusunu kaybeden kişi hem ölümcül risklere karşı savunmasız kalıyor hem de yaşam kalitesinde ciddi oranda azalma meydana geliyor. Koku duyusunun başrolde olduğu ve insanlar için yaşamsal önem taşıyan birçok şey var” dedi.
Ülkemizde ve dünyada milyonlarca kişinin karşı karşıya kaldığı bu hastalığa, düzenlenen etkinlik sayesinde farkındalık oluşacağını belirten Vedat Ozan, kahve kokusuna da değinerek şöyle konuştu: “Küçük kırmızı bir meyvenin tohumları olan kahve, Afrika’da yetişmeye başlayıp tüm dünyaya yayılmış ve tarihin gidişatında birçok şeyi değiştirmiştir. Hatta bazı tarihçiler, kahve ve kahve evleri olmasa aydınlanma çağının mümkün olmayacağını ileri sürmektedirler. Ayrıca kahve, kamu diplomasisinin ilk araçlarından biri olmuştur. Yapılan araştırmalar kahve gibi kahve kokusunun da insan psikolojisini olumlu etkilediğini ortaya koyuyor.”

Anozmik Aşçı yaşadıklarını anlattı
Aşçılık eğitimi alıp 1 sene Kıbrıs’ta aşçılık yaptıktan sonra geçirdiği kaza sonucu koku ve tat alma duyusunu kaybeden Onur Demirbaş, yaşadığı bu durumun meslek hayatını nasıl etkilediğini ve yaşadığı sorunla mücadelesini anlattı. Doç. Dr. Aytuğ Altundağ’ı bulup onunla başlayan hasta doktor ilişkisinin, kendisinde başka bir farkındalık oluşmasını sağladığını söyleyen Onur Demirbaş, “Aytuğ bey bana “Neden birlikte koku alamayan insanlara yönelik yemekler hazırlamayalım” dedi ve onun yönlendirmeleriyle bu menünün felsefesi olduğunu öğrendim. Sonrasında Doç. Dr. Aytuğ Altundağ’ın tedavisi ile tekrar koku almaya başlasam da başka insanlara yardımcı olmak için Türk mutfağına özgü tatlarla yeni bir mutfak oluşturmaya çalışmaktayız” diye konuştu.



Yeşil Çay ile sağlıklı ağız ve dişler


Bitkiler, eski tarihlerden beri sağlığın korunması ve hastalıklarla savaşta kullanılmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar bitki özleri ve bunlardan elde edilen ürünlerin koruyucu ve tedavi edici özellikleri üzerine oldukça yoğunlaşmıştır. Bitkilerle tedavi anlamına gelen Fitoterapi, bilimsel temellere, araştırmalara, klinik çalışmalara dayanmakta olup alternatif bir tedavi yöntemi olarak kabul edilmektedir.

Okan Üniversitesi Diş Hastanesi Restoratif Diş Tedavisi Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yeşim Şeşen Uslu, ‘’Bitkiler, sebze ve meyveler antioksidan içermektedirler. Antioksidanlar ‘serbest radikaller’ olarak isimlendirilen maddelere karşı etki gösterirler. Günümüzde sentetik antioksidanlar hakkındaki kuşkulardan dolayı, insanlar doğal antioksidanları (bitkilerde bulunan) tercih etmektedir.

Literatürde bitki ekstraktlarının antioksidan etkilerinin incelendiği birçok çalışma bulunmaktadır. Bitkisel kaynaklı ürünlerin, dental plak ve oral hastalıkların tedavisinde yaygın olarak kullanılan kimyasallara alternatif olarak kullanılabileceği de düşünülmektedir. Bitkiler sentezledikleri pitokimyasallar ile oral sağlığı olumlu etkilemektedir. İçerdikleri polifenoller ile enflamasyon kontrolü, detoksifikasyon, antikanser, kilo verdirici etkileri bulunmaktadır’’ dedi.

Ülkemizde olduğu kadar dünyada birçok ülkede yoğun olarak tüketilen çayların da içeriğinde yoğun olarak polifenollerin bulunduğu, bunun da büyük bir kısmını kateşinlerin oluşturduğu bildirilmiştir. Yeşil çay içerisinde bulunan kateşinler, kuvvetli antioksidan özellikte, olup antienflamatuvar etki de göstermektedirler. Daha önce yapılan çalışmalarla yeşil çayın ağız kanserini önlemede etkili olduğu ve yeşil çay tüketimi ile dişeti hastalıkları oluşumu arasında ters bir ilişki olduğu bulunmuştur. Ayrıca yeşil çayın yine içeriğindeki kateşin ile diş çürüğüne yol açan bakterileri ve enzimlerini baskılayarak, dişe yapışmasını engelleyerek diş çürüğünü de önlediği daha önce yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Yeşil çay ayrıca dişlerin yapısını güçlendirdiği bilinen florür bakımından da zengindir.

Son yıllarda yeşil çayın dişlerin asit ile aşınması anlamına gelen dental erozyon üzerine etkisini araştıran birçok çalışma yapılmıştır.

Okan Üniversitesi Diş Hastanesi Restoratif Diş Tedavisi Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yeşim Şeşen Uslu, diş aşınmaları hakkında önemli bilgiler verdi.

Diş aşınmaları günümüzde en sık karşılaşılan problemlerden biri haline gelmiştir. Diş aşınmalarından erozyon (asit kaynaklı diş aşınması) da önemli ve erken dönemde önlem alınması gereken diş aşınmalarındandır. Yaşam koşullarının değişmesiyle beraber asitli yiyecek ve içeceklerin tüketim miktarı ve sıklığının günümüzde artış göstermesi ile dental erozyonun etyolojisi, görülme sıklığı, önlenmesi ve tedavisine yönelik yaklaşımlar da giderek önem kazanmıştır. Dental erozyon herhangi bir bakteriyel etken olmaksızın kimyasal etkenler yolu ile meydana gelen diş sert doku kaybı olarak tanımlanmaktadır.

Erozyona neden olan başlıca etkenler, bireyin alışkanlıklarına bağlı olduğundan, bunların kontrol altına alınması oldukça zordur. Bu nedenle, tedavi stratejileri daha çok erozyonu önleme yönünde geliştirilmektedir.

Yeşil çay ile gargara yapılması dental erozyonu azaltıyor

Diş erozyonunu önlemede asit maruziyetini azaltmak, tükürük akışını artırmak, demineralizasyonu azaltıp remineralizasyonu artıran preparatlar kullanmak ve minenin asit direncini artırmak etkili olmaktadır. Flor içerikli vernik, solüsyon, jel uygulamaları, cam iyonomer içerikli pit ve fissür örtücü, çeşitli diş macunları, lazerler bunlardan bazılarıdır.

2009 ve 2010 yıllarında yapılan çalışmalarla, ağzın yeşil çay ile çalkalanmasının dental erozyonu ve aşınmayı azalttığını ve dental erozyonu önlemede kullanabileceğini belirtmişlerdir. Yine 2009 yılındaki çalışmalar ile yeşil çayın dişin sertlik değerini arttırdığını ve dental erozyona karşı koruduğunu ortaya koymuşlardır. Yapılan bilimsel çalışmalar ışığında yeşil çay ile gargara yapılmasının dental erozyonu azaltıcı, önleyici etki gösterebileceği düşünülmektedir.
Ayrıca yeşil çayın şekersiz içilmesi ağız ve diş sağlığı açısından önem taşımaktadır




Sağlıkla Parlayan Gözler İçin Bol Bol Balık Tüketin

Genetik ve çevresel faktörlerin yanı sıra, tükettiğimiz besinler de göz sağlığımızı olumlu ve olumsuz yönde etkileyebiliyor. Doğru beslenme, beden sağlığımızın yanı sıra göz sağlığımızda da etkili bir rol oynuyor. Dengesiz ve sağlıksız yiyecek tüketmek göz sağlığıyla ilgili birçok farklı probleme yol açabiliyor.


Balık tüketmenin gözlere sağlıklı bir ışıltı kattığını belirten Dünyagöz Altunizade’den Op. Dr. Umut Efe Güner sağlıkla parlayan ve görme yetisini güçlendiren besinlerle ilgili önemli bilgiler paylaşıyor.

Sağlıklı Gözler İçin Somon ve Tuna Balıkları Tüketmek Gerekiyor

Balıklarda bulunan omega-3 yağlarının doğru dozlarda tüketimi sayesinde göz sağlığına ilişkin pek çok faydası bulunduğunu belirten Op. Dr. Umut Efe Güner, özellikle somon ve tuna balıklarının gözlerde sağlıklı bir parıltının oluşturabileceğini söylüyor.
Balıklarda bulunan omega-3’ün, içinde barındırdığı dokosaheksaenoik asit ve eikosapentaenoik asit; göz kuruluğu, tavuk karası ve yaşa bağlı maküla dejenerasyonu gibi rahatsızlıkların oluşmasını önlemek açısından etkili olduğunu sözlerine ekleyen Op. Dr. Güner “Özellikle somon ve tuna balıkları, omega-3 açısından zengindir ve düzenli tüketildiği takdirde, sağlık kazanımlarının yanı sıra gözlerde parlak bir ışıltı oluşmasına yardımcı olacaktır” diyor.

Yeşil Sebzeler Gözlere De Faydalı

Sağlıklı ve doğru beslenme ile, maküla dejenerasyonu, retinada yaşa bağlı oluşan yıpranmalar, katarakt ve glokom gibi rahatsızlıkların önlenmesinin yanı sıra, ışıltılı bir görünüme de ulaşılabileceğini söyleyen Op. Dr. Güner, “Ispanak, brokoli, lahana, yeşil biber ve salatalık gibi yeşil sebzeler, içlerinde barındırdıkları antioksidanlar, lutein, zeaksantin, beta karoten, A, C, E ve K vitaminleri, kalsiyum, çinko ve demir sayesinde gözlerde oluşabilecek pek çok problemin engellenmesine yardımcı oluyor. Aynı zamanda sarı ve turuncu renkteki şeftali, havuç, limon, mango, papaya, portakal, kayısı gibi meyveler, barındırdıkları zengin karoten ve C vitaminleri sayesinde katarakt ve maküla dejenerasyonu rahatsızlıklarına karşı oldukça etkili besinler” diyor.


Geleneksel Lezzet Boza ve Sağlık


Sabri Ülker Vakfı, geleneksel bir Türk içeceği olan bozanın, zengin besin içeriğine ve olası sağlık faydalarına dikkat çekiyor. Sabri Ülker Vakfı, bozanın B grubu vitaminleri ile posadan zengin fermente bir içecek olduğunu, sindirim ve bağışıklık sistemini destekleyebileceğini de hatırlatıyor.

Kış denildiğinde akla ilk gelen lezzetlerden biri olan boza; darı, mısır veya bulgurla hazırlanabilen geleneksel bir Türk içeceği... Sabri Ülker Vakfı, nevi şahsına münhasır bu içeceğin, zengin besin değerine ve olası sağlık faydalarına dikkat çekiyor.
Başka hiçbir içeceğe benzemeyen bozanın tarihi 8-9 bin yıl öncesine, Mezopotamya’ya dayanır. Osmanlı döneminde sıkça tüketilen boza “Bozahane” adı verilen yerlerde üretilirken sonrasında Ortadoğu, Orta Asya, Balkan ve Afrika ülkelerinde de üretilmeye başladı. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde 17. yüzyıl ortalarında İstanbul’da 300’den fazla bozacı dükkânının bulunduğundan, bu dükkânlarda 1100 kadar bozacının çalıştığından bahsediyor. Geçmişte boza, içine pekmez, tarçın, karanfil, zencefil ve hindistan cevizi eklenerek içilirken, günümüzde çoğunlukla tarçın ve sarı leblebiyle tüketiliyor.

Lezzeti fermantasyondan geliyor
Bozanın tat, kıvam, aroma gibi özellikleri, üretildiği coğrafyaya ve kullanılan hammaddenin darı, bulgur veya mısır olmasına göre farklılık gösteriyor. Fermente bir içecek olan boza, mayalandıktan hemen sonra daha tatlıyken, bekledikçe ekşi bir lezzet kazanıyor. Bozanın kendine özgü tadı ise laktik asit bakterileri sayesinde fermente olmasıyla yani mayalanmasıyla ortaya çıkıyor. Fermantasyon, bozaya lezzet kazandırırken sindirim sistemi için yararlı bakterilerin oluşumunu da sağlıyor.
Bağışıklık sistemini güçlendirmeye yardımcı oluyor
Darı ve bulgurla yapılan bozanın enerji ve besin değerleri birbirinden farklıdır. Bulgurla hazırlanmış 1 bardak boza (200 ml) tüketildiğinde yaklaşık 428 kkal enerji sağlar. Posa açısından da zengin olan bozanın bir bardağı, yetişkin bir bireyin günlük posa ihtiyacının yaklaşık üçte birini karşılamaya yardımcı olabilir. B grubu vitaminlerinden zengin olan boza, vücudun bağışıklık sistemini güçlendirmeye de katkı sağlayabilir. Enerji ve besin değeri zengin olan boza, emziren annelerde sıvı alımına da katkı sağlayarak süt üretimini desteklemeye yardımcı olabilir. Kış aylarıyla özdeşleştirilen boza aslında her mevsim tüketilebilir! Enerji içeriği yüksek olan boza yeterli ve dengeli beslenirken uygun miktarlarda tüketildiğinde, B grubu vitaminler, posa ve protein alımına katkı sağlayarak, sindirim sistemi ve bağışıklık sistemine destek olabilir

Kış Aylarında da Su İçmeyi İhmal Etmeyin

Sabri Ülker Vakfı, kış aylarında da yeterli miktarda su tüketmemiz gerektiğini hatırlatarak suyun sağlığımız için önemine dikkat çekiyor.

Kış aylarının gelmesiyle birlikte pek çoğumuzun yaşam tarzı, beslenme ve su tüketim alışkanlıkları da değişiyor. Hangi mevsimde olursak olalım sağlığımızı korumak için sağlıklı yaşam tarzı alışkanlıklarını sürdürmek gerekiyor. Bu alışkanlıkların başında da yeterli miktarda su ve sıvı tüketmek geliyor. Sabri Ülker Vakfı, yaşam kaynağı suyun sağlığımız için önemine dikkat çekiyor.
Su başta olmak üzere, içecekler ve besinlerin içerisinde bulunan görünür/görünmez su, "sıvı" olarak tanımlanır ve bireyin günlük sıvı gereksinimi bu kaynaklarla karşılanır. Su ve diğer içecekler hücrelerin, dokuların ve organların çalışması, besinlerin sindirimi, emilimi ve hücrelere taşınması, metabolizma sonucu oluşan zararlı maddelerin vücuttan atılması ve vücut ısısının düzenlenmesinde önemli rol oynar.

Hücrelerin yaşamsal işlevlerini yerine getirmesinde vücudun su dengesinin korunması oldukça önemlidir. Bu dengenin korunmasına "hidrasyon" denir. Vücudun solunum, idrar, ter ve dışkı ile kaybettiği suyu içecekler ve yiyecekler ile yerine koyması ve hşdrasyonun sağlanması önemlidir. Bu denge korunamaz ve vücuttan su kaybı gerçekleşirse buna “dehidratasyon” denir ve ileri düzeyde dehidratasyon sağlığı tehdit edebilir.

Vücuttan su nasıl ve ne miktarda atılır?
Biyolojik atıkların vücuttan uzaklaştırılması ve vücut ısısının sürdürülmesi için bir günde yaklaşık olarak böbreklerden 1500 ml, deriden 500 ml, bağırsaklardan 300 ml ve solunumla 300 ml olmak üzere toplam 2.5 litre sıvı kaybı olur. Egzersiz, fiziksel aktivite, terleme, idrar ve vücut ısısını artıran ateşli hastalıklarda ve ishalde sıvı kaybı artar. Böyle durumlarda vücudun sıvı/su gereksinimde de artış olur ve vücuttaki dengeyi korumak için kaybedilen bu suyun yerine konması gerekir. Kaybolan sıvının karşılanabilmesi için beyindeki susama merkezi uyarılır ve susama hissi gelişir. İshalde suyla birlikte su dengesinde rolü olan sodyum, potasyum gibi mineraller de yitirildiğinden susama hissi oluşmayabilir.
Bu önerilere kulak verin
Her gün 6- 8 bardak, 2-2.5 litre su içmeyi ihmal etmeyin. Yeterli miktarda su ve sıvı tüketmediğinizi düşünüyorsanız susama hissinizi beklemeden gün içinde su tüketmeye özen gösterin. Suyu görebileceğiniz yerlerde, masanızda, aracınızda, çantanızda bulundurmak su tüketimini hatırlamaya yardımcı olabilir. Çay ve kahve gibi kafein içeren içeceklerin aşırı tüketimi vücuttan su atımına yol açabilir. Çay ve kahve tüketimini ılımlı düzeyde tutup aynı oranda su tüketmeye özen gösterin. Su içmekte zorlanıyorsanız suyunuzu daha sıcak ya da soğuk tüketebilir, suyun içine limon dilimleri, salatalık, nane, tarçın gibi taze sebze, meyveler ve baharatlar ekleyerek içimi daha keyifli hale getirebilirsiniz. Telefonunuza su içmeyi hatırlatan farklı uygulamalar indirebilir, günlük sıvı alımınızı da değerlendirebilirsiniz.

Sabri Ülker Vakfı Hakkında
Türk gıda sektörünün duayeni Sabri Ülker anısına kurulmuş olan ve misyonunu Sabri Ülker’in hayat felsefesinden derleyen Vakıf, toplumu beslenme ve sağlık alanlarında bilimsel ve güvenilir bilgi ile aydınlatmak üzere faaliyetlerini sürdürüyor. Avrupa Beslenme Vakıfları İletişim Platformu’nun Türkiye’den tek üyesi olan Vakıf, 2009 yılından bu yana topluma sağlıklı yaşam ve beslenme konularında güvenilir bilimsel bilgiyi ulaştırmakta ve dünya genelinde referans kabul edilen kurumlar ile işbirliği içinde Türkiye’nin referans kurumu olma hedefiyle yoluna devam etmektedir. Çalışmaları, alanında uzman bilim insanlarının yer aldığı bağımsız bir Bilim Kurulu tarafından yürütülen Sabri Ülker Vakfı bilimsel ve kar amacı gütmeyen bir kurumdur.

Mikrodermabrazyon Tedavisi ile Cilt Problemlerine Son!

Evinizin Konforunda Genç Bir Cilde Kavuşmak Artık Mümkün

İlerleyen yıllarla birlikte, cilt hücreleri yaşlanıyor ve yenilenme ihtiyacı duyuyor. Ciltte oluşabilecek yaşlanmaya bağlı noktalar, renksizleşme, cilt tonunda bozukluklar, sivilce yaraları, pigmentasyon ve kırışıklıklar ise, en büyük cilt problemleri olarak dikkat çekiyor. Uzun yıllar boyunca estetik merkezlerinde uygulanan mikrodermabrazyon tedavileri ile bu problemlerden kurtulmak artık evinizin konforunda da mümkün.

Sıkı, pürüzsüz ve ışıldayan bir cilt her kadının hayali! İlerleyen yılların etkisiyle oluşan kırışıklıklar, noktalar, renksizleşme, cilt tonunda bozulmalar, sivilce yaraları ve pigmentasyon problemlerinin çözümü ise artık çok kolay. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşan mikrodermabrazyon tedavisi, yüksek basınçla hareket eden kristaller yardımıyla ölü ciltlerin soyularak, alttaki taze ve genç cilt dokularının ortaya çıkmasını sağlıyor. Ciddi bir yan etkisi bulunmayan bu yöntem, yüzdeki cilt problemlerinin yanı sıra, vücut ve göğüs bölgesine de uygulanabiliyor. Aynı zamanda, ciltteki kolajen seviyelerinin de yükselmesine yardımcı olan mikrodermabrazyon tedavisi sayesinde, çok daha genç bir görünüme kavuşmak mümkün.

Estetik merkezlerinde uygulanan mikrodermabrazyon tedavilerinin artık kolaylıkla evlerde de uygulanabileceğini belirten Remington Türkiye Pazarlama Müdürü Ilgaz Güler, “Mikrodermabrazyon tedavisi, ülkemizde belirli estetik merkezleri tarafından birkaç yıldır uygulanıyor. Cerrahi bir yöntem olmamasından dolayı sıklıkla tercih edilen bir cilt tedavisi. Ciltteki ölü derilerden kurtulmayı ve alttaki sağlıklı derilerin ortaya çıkmasını sağlayan bu tedavi yöntemini ise artık herkes evlerinde uygulayabilecek. Yeni ürünümüz Remington REVEAL Mikrodermabrazyon, estetik merkezi kalitesinde mikrodermabrazyon uygulamalarını evinizin konforunda uygulamanıza imkân sağlayacak” şeklinde konuşuyor.

Mikrodermabrazyon tedavisinin faydaları
  • - Yaş sebebiyle oluşan noktaları ve siyah noktaları elimine eder
  • - Ciltteki kararmaları ortadan kaldırır
  • - Ölü derilerin alınarak, alttaki canlı ve genç cildin ortaya çıkmasını sağlar
  • - Yüzdeki çizgileri ve kırışıklıkları ortadan kaldırır
  • - Sivilce ve sivilceler tarafından oluşan yaraları elimine eder
ALÜMİNYUM TENCERELER DEMANSI TETİKLİYOR

Hafızanızla ilgili sorunlar mı başladı? Unutkanlığınız büyük bir problem haline mi geldi? Artık günlük işlerinizi bile yapamaz durumda mısınız? Eğer cevabınız ‘evet’se demans kapınızda olabilir. Medical Park Gaziosmanpaşa Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Eser Buluş, 65 yaş ve üstü
kişilerde görülen demans yani bunama ile ilgili önemli uyarılarda bulundu: “İçeriğinde alüminyum bulunan kaplar, tencereler ve alüminyum folyo içerisinde pişirilen yiyeceklerden uzak durun!

“Demans” halk arasında bilinen adıyla “bunama”, dünya nüfusunun yaşlanması ile hızla yayınlaştı. Hastalığın özellikle 65 yaş ve sonrasında ortaya çıkabildiğini söyleyen Medical Park Gaziosmanpaşa Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Eser Buluş, davranış bozuklukları, sosyal ve mesleki aktivitelere ait bozukluklar ve günlük yaşam aktivitelerinde bozulmaların demansın varlığına bir işaret olduğunu belirterek şu bilgileri verdi;
‘HASTALAR GEÇMİŞTE YAŞIYOR’
Belirtiler hastalığın evresine göre değişiklik gösterir. Hafif evrede isimleri unutmak, eşyaları koydukları yerleri hatırlamakta güçlük çekme ve uzak hafıza görece korunmuş olup daha çok yakın bellek ile ilgili problemler yaşanmaya başlar. Kişinin konuşma miktarı giderek azalır ve özellikle karmaşık konular konuşulurken sözcük bulma zorlaşır. Orta evrede ise bellek bozukluğu daha ilerlemiş olup eski olayların da unutulduğu gözlenir. Kişi-yer-zaman kavramlarında bozulmalar olur ve hasta tanımadığı çevrelerde kaybolmaya başlar. Anlama bozuklukları, yanlış anlamalar ve bunlara bağlı olabilecek davranış kusurları ve sanrı, varsanı (halüsinasyon) gibi psikiyatrik belirtiler ortaya çıkar. Giyinmede, tuvalet ve banyo gereksinimlerinin giderilmesinde bağımsızlık giderek azalır. İleri evrede ise hasta tamamen geçmişte yaşar, aile üyelerini tanıyamayabilir. Konuşma tamamen konuyla ilişkisiz hale gelir ve sonunda tamamen yitirilir. Amaçsız gezinme, tekrarlayıcı hareketler, huzursuzluk ve bağırma sık görülür. İdrar ve büyük abdestini tutamama da tabloya eklenir.
TEDAVİSİ VAR MI?
Tedavide kullanmakta olduğumuz donepezil, rivastigmin, memantin vs gibi farklı gruplarda ilaçlar mevcuttur. Ancak bu ilaçlar hastalığı tamamen iyileştirmez, seyri üzerine etki ederler. Hastalığın ilerlemesini yavaşlatırlar. Ayrıca hastanın eşlik eden sanrı, varsanı (halüsinasyon), huzursuzluk, uykusuzluk gibi eşlik eden yakınmaları da varsa bunlara yönelik de semptomatik tedavi dediğimiz şikayete yönelik ilaçlar da mevcuttur.
AKDENİZ TİPİ BESLENME HASTALIĞI YAVAŞLATIYOR
Yaşlanma süreci başta olmak üzere yaşam boyunca beden kütle indeksinin normal aralıkta tutulması ve sağlıklı beslenmenin yaşam tarzına dönüştürülmesi demans riskinin azaltılmasında büyük önem taşır. Yaşlı bireyler başta olmak üzere demanstan korunmak isteyen bireylerin günlük beslenmelerinde omega-3 yağ asitlerini, polifenol içeren besinleri (çay, meyve suyu) ve antioksidan vitaminler (E-C vitamini) başta olmak üzere vitamin alımlarını artırmaları gerekir. Akdeniz tipi beslenme modelinin uygulanması da demanstan korunmaya yardımcı olmasının yanı sıra demans belirtilerin azalması ve hastalığın ilerlemesinin yavaşlaması açısından önem taşır. Alüminyumun Alzheimer’i tetiklediği düşünülmektedir. Bu nedenle içeriğinde alüminyum bulunan kaplar, tencereler ve alüminyum folyo içerisinde pişilen yiyeceklerden uzak durun. Alüminyum içeren kabartma tozları kullanmayın.
GENETİK FAKTÖRLER ETKİLİ
Özellikle Alzheimer hastalığı olgularının yüzde 5-10 kadarında otozomal dominant dediğimiz bir tür genetik geçiş söz konusudur. Bu durumda demans (bunama) tablosu 65 yaş üstünde değil de 40 yaş gibi erken yaşlarda başlar. Ailesinde demans hastası olan biri, gençlik çağlarından itibaren beslenme şekline, uyku düzenine, düzenli egzersiz yapmaya ve vücut kitle indeksine göre belirlenen kilo durumuna dikkat etmelidir. Erken dönemde fark ettiği veya yakınları tarafından fark edilen çok yakın tanıdıklarının isimlerini unutma, eşyaları koyduğu yerleri bulamama, yapmayı planladığı işleri organize edememe veya evin yolunu karıştırma gibi durumlarda vakit kaybetmeden nöroloji hekime başvurmalıdır
BALIK VE CEVİZ TÜKETİN
Akdeniz tipi beslenme önerebileceğimiz bir beslenme tipidir. Doymuş hayvansal yağlardan uzak daha çok doymamış bitkisel kaynaklı yağları tüketmek, aşırı karbonhidratlı yiyeceklerden uzak durmak, yağsız kırmızı et, ıspanak başta olmak üzere yeşil yaprakları sebzeler, ceviz ve omega açısından balık tüketimi önerilmektedir.
İYİ UYUYUN, BULMACA ÇÖZÜN
Zihin egzersizleri yapmamıza yardımcı olan bulmaca çözme, sudoku doldurma veya kişinin yapmaktan keyif aldığı el işlerini yapması önerilebilir. Aynı zamanda haftada 3-4 kez 30-45 dakikalık tempolu yürüyüş yapılması, uyku düzenine dikkat edilmesi, alkol-tütün ve uyarıcı maddelerden uzak durulması, aşırı karbonhidratlı ve yağlı yiyeceklerden de kaçınılması önerilir.

Grip salgınından bitki çayları ile korunun

İstanbul Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Prof.Dr. Erdem Yeşilada

Gazetelerde tanıdık bir virüs olan “Domuz gribi”nin tekrar salgına yol açtığı haberlerine yer veriliyor. 1918 yılında ilk olarak tanımlandığında “İspanyol Gribi” olarak adlandırılmış ve tüm dünyada bazı kayıtlara göre 20 milyon ve bazılarına göre ise 100 milyon kişinin ölümüne neden olmuş. 2009 yılında bu defa Meksika’da onbine yakın kişinin kaybına yol açmış. Aradan geçen sürede can kaybı sayısında gözlenen büyük azalmaya karşılık, insan hayatı söz konusu olduğunda bu sayı hiç de küçümsenecek miktar değil.

Günümüzde halâ virüslere karşı bizleri tam olarak koruyacak ya da tedavi edecek ilaç seçenekleri çok sınırlı kalıyor. Salgın tam da aşılarda alüminyum bulunduğu şeklindeki asılsız iddiaların ortaya atıldığı günlere rastlaması da bir talihsizlik. Ancak içinde bulunduğumuz dönem aşı yaptırmak için çok geç, antikor gelişimi için yeterli süre yok.

O halde ne yapabiliriz? İlk önemli kural korunmak: bu amaçla öncelikle bağışıklık sisteminin desteklenmesi gerekiyor. Eğer sonbahar başlangıcından itibaren bu şekilde bir yatırımınız bulunmuyorsa bağışıklık sisteminizin sizi koruması ihtimali düşük, ama siz yine de bağışıklık sisteminizi desteklemek için gerekli uygulamaları başlatın, hiç olmazsa ilerleyen süreçteki enfeksiyon risklerine karşı size avantaj sağlayacaktır.

Peki bu durumda ne şekilde mücadele etmemiz gerekiyor?
Öncelikle hijyene dikkat edilmesi ve yeterli istirahat önemli. Diğer taraftan, doğa grip ile mücadelede bize çeşitli olanaklar sağlıyor. Bitki çayları içilmesi gerek enfeksiyon riskinin azaltılması ve gerekse hastalarda şikayetlerin hafifletilmesinde en akılcı ve güvenilir yöntem.

Mevcut ilaçlar gibi bitki çayları da etkisini virüsün çoğalma fazı üzerinde gösteriyor. Bu nedenle toplu yerlerde bulunanlar (toplu taşım araçları, okul, alışveriş merkezleri, vd.) özellikle yeşil çay, adaçayı, ıhlamur, tarçın gibi bitkileri teker teker ya da karıştırarak gün içerisinde sık sık içmeli. Ancak mikropların gelişimini hızlandıracağı için şeker yerine gerçek bal ilave edilmesiNİ öneririm. 

Yürütülen araştırmalar yeşil çay içerisinde bulunan polimerik polifenollerin aynı virüs ilaçları gibi etki ederek virüsün çoğalarak hücre içerisine girmesini engellediğini gösteriyor. Ancak virüs ilaçlarından ve antibiyotiklerden farklı olarak polifenollere karşı mikroplar direnç geliştiremiyor. Benim önerim bir poşet yeşil çay ile bir poşet ıhlamuru aynı bardak içerisine koyup demlemek. Ihlamur içerisindeki müsilajın yoğun kıvamı ile yeşil çay içerisindeki polifenollerin (epigallokateşinler) ağız içerisinde daha uzun süre kalarak, daha uzun süre etkisini göstermesini sağlayacaktır. 

Ayrıca adaçayı, tarçın içerisindeki sineol ve öjenol gibi uçucu bileşenler virüs enfeksiyonu nedeniyle zayıflayan bağışıklık sistemimizde fırsatçı mikropların gelişmesini engelleyebiliyor.

Yayımlanan bir klinik çalışmada, adaçayı ile hazırlanan çayın içerisine ekinezya damlası ilave edildiğinde dezenfektan gargaradan daha etkili olduğu gösterilmiş. İsviçre’de hastanelere son 3 gün içerisinde boğaz ağrısı şikâyeti ile hastaneye başvuran 155 gönüllü üzerinde yürütülen bu çalışmada, bileşiminde ekinezya ve adaçayı içeren gargaranın 5 gün süre ile günde 10 defa kullanılması ile üçüncü günden başlayarak etkili olduğu gözlenmiş. Deneyde paralel olarak bir başka grup hastada yürütülen çalışmada 2 saat ara ile ağıza sıkılan bir dezenfektan çözeltisinden (klorhekzidin/ lidokain) daha yüksek etki bulunmuş. Bu bence çok dikkat çekici bir sonuç.

Sonuç olarak, içerisinde bulunduğumuz şu günlerde doğanın bizlere sunduğu bu etkili ve güvenilir silahlardan yararlanmak en akılcı yaklaşım olacaktır. Hiç şüphesiz, öncelikli hedef “hastalığa yakalanmamak”, bu konuda bağışıklığı destekleyici bu tip ürünler koruyucu olarak yararlı olabilmektedir. Hastalığa yakalanma durumunda ise bu tip ürünlerden uygulanan temel tedavinin yanı sıra şikayetlerin hafifletilmesinde yararlanılması düşünülebilir.


CİLDİNİZİ GÜL YAPRAKLARI İLE ARINDIRIN



İçgüdülerden gelen güzelliğin peşinde, doğadan ilham alan ürünlere hayat veren NUXE, hassas ciltlere özel olarak geliştirilen Pétales de Rose (Gül Yaprağı) serisi ile nazik bir temizleme deneyimi vadediyor. Her cildin ihtiyacına uygun seçenekler sunan Pétales de Rose serisi güçlendirici, yumuşatıcı ve yatıştırıcı etkisiyle cildi arındırarak yeniliyor.









Hassas ciltlere %100 uygun olarak tasarlanan Pétales de Rose temizleme serisinin temel içeriği olan nadide Rose Damascena gülü, özünde bulunan alantoin ile cildi yatıştırırken, içeriğindeki bitkisel gliserin cildin ihtiyaç duyduğu nemi sağlıyor.

Cildi yenileme özelliği de bulunan Pétales de Rose temizleme serisinde her cilt temizleme alışkanlığına hitap eden 8 farklı ürün bulunuyor: Serinin en yenisi makyaj temizleme yağının yanı sıra makyaj temizleme suyu ve sütü, hassas tonik losyon, temizleme jeli ve köpüğü, hassas peeling ve hassas maske.

EN YENİ-MİSEL MAKYAJ TEMİZLEME YAĞI: Pétales de Rose serisinin en yenisi Misel Makyaj Temizleme Yağı sahip olduğu üstün teknoloji ile benzersiz bir temizlik ve arındırma vadediyor. Gül yapraklarından üretilen bu makyaj temizleme yağı hem yüzü, hem de gözleri temizler ve suya dayanıklı makyaj dahil yüzünüzdeki tüm makyajı nazikçe giderir. Güneş koruyucu kalıntılarını ve hava kirliliği kaynaklı partikülleri temizler. Cildi kurutmaz, cildi temizler, ferahlatır, rahatlatır ve yağ tabakası oluşturmaz. Kuru cilde uygulanan ürün, su ile temas ettiğinde süt kıvamına gelerek uygulama kolaylığı sağlar. – 75 TL

HASSAS BİR TONİK DENEYİMİ: Pétales de Rose serisinin Gül Yaprağı Hassas Tonik Losyon, sabun içermeyen normal ve kuru hassas ciltlere özel geliştirilen formülüyle yüzünüzü nazikçe arındırarak canlandırır. Gül Yaprağı Rahatlatıcı Temizleme Sütü’nün ardından uygulandığında cildi yatıştırır, göz ve yüz makyajını temizleme işlemini tamamlar. Paraben içermeyen formülü en az %95 oranında doğal içeriğe sahiptir ve formülün kalbinde yer alan gül yaprağı özleriyle tazelik hissi verir. – 65 TL

DERİNLEMESİNE ARINDIRMAGül Yaprağı Hassas Yüz Peeling’i, tüm hassas cilt tiplerinde kullanılabilen formülüyle cilt bakımınızı tamamlar. Gül yaprağı özleri içeren bu yüz peelingi bitkisel tanecikler içeren yumuşak jel dokusuyla ölü hücreleri ortadan kaldırır, yumuşak, pürüzsüz ve hiç olmadığı kadar ışıltılı bir cilt sağlar. İçeriğinde yer alan liçiçekirdeği ve ceviz kabuğu ile benzersiz bir arındırma deneyimi yaşatan Gül Yaprağı Hassas Yüz Peelingi’ni haftada 1 ya da 2 kere nemli veya kuru cilde masaj yaparak uygulayabilirsiniz. Hassas ciltler için özel olarak geliştirilmiş alerjensiz parfümü ile de benzersiz bir kullanım keyfi sağlayan maske, serinin diğer tüm ürünleri gibi paraben içermiyor. – 75 TL

NAZİK BİR TEMİZLİK: Pétales de Rose serisinin Gül Yaprağı Temizleme Köpüğü sabun içermeyen formülü sayesinde yüzünüzü nazikçe arındırır. Yoğun ve kremsi köpük dokusu sayesinde cildinizde temiz, taze ve arınmış bir his bırakır. Sabah ve/veya akşam nemli yüze masaj yapılarak uygulanan Gül Yaprağı Temizleme Köpüğü, içeriğindeki gül yaprağı özleriyle doğal bir hassas temizleme deneyimi sağlar, paraben içermez. – 72,5 TL

MAKYAJDAN ARINDIRIN: Pétales de Rose serisinden Makyaj Temizleme Jeli normal ve karma hassas ciltler için geliştirildi. Gül yaprağı özleri içeren makyaj temizleme jeli yüzünüzü ve gözlerinizi hassas bir şekilde temizler, makyajdan arındırır. Sabun içermeyen yumuşak dokusu ve yoğun kıvamı sayesinde cildin kurumasına engel olur. – 60 TL

SÜT YUMUŞAKLIĞI: Serinin süt formunda makyaj temizleme ürünü olan Gül YaprağıRahatlatıcı Makyaj Temizleme Sütü gözlerini ve dudakları kurutmadan temizler. Gül yaprağı özleri ve makademya yağı içeren formülüyle pamuk yardımıyla uygulayacağınız ürünün verdiği ferahlık ismini Gül Yaprağı Hassas Tonik Losyon ile tamamlayabilirsiniz. – 65 TL

MİSEL SU FARKI: Pétales de Rose serisinin Gül Yaprağı Makyaj Temizleme Suyu,
tüm hassas cilt tiplerinde güvenle kullanılabilir. Gül yapraği özleri içeren bu makyaj temizleme suyu misel su özelliğiyle tek bir adımda yüzünüzü, gözlerinizi ve dudaklarınızı temizler, makyajdan arındırır ve yumuşatır. Cildinize yumuşaklık ve rahatlama hissi verir. – 65 TL

MASKE FERAHLIĞIGül Yaprağı Hassas Arındırıcı Maske, her cilt tipine uygulanabilme özelliğiyle cilt bakımınızı tamamlar. İçeriğinde yer alan pirinç pudrası, biberiye özü, kanolin ve gül yaprağı özleriyle cildi nazikçe temizleyen, arındıran ve gözenekleri sıkıştıran Hassas Arındırıcı Maskeyi yüzünüze ve boynunuza uyguladıktan sonra 5-10 dakika bekleyin ve suyla durulayın. Daha canlı, daha pürüzsüz ve temiz bir görünümün tadını çıkarın. Kuru ve çok kuru ciltler haftada bir kez, karma ve yağlı ciltler ise haftada bir ya da iki kez uygulayabilir. Hassas ciltler için özel olarak geliştirilmiş alerjensiz parfümü ile de benzersiz bir kullanım keyfi sağlayan maske, paraben içermiyor. – 85 TL

* * * * * *

Fransa Provence’in en köklü ve efsane güzellik markası L’Occitane, 
yılbaşında müthiş zevkli hediye alternatiflerini vitrinlerine taşıyor!

Kiraz çiçekli yılbaşı küreleri
Meyvemsi ve çiçeksi dokuların karışımı olan kiraz çiçeği Cherry Blossom serisi, yılbaşı küresiyle birlikte aralık ayı başında vitrinlerde yerini alıyor. Narin ve ferahlatıcı hissiyle sizi Fransa’nın kiraz ağaçlarıyla süslü tepelerine götürecek olan bu canlı koku aynı zamanda feminen bir ambiyans yaratıyor. Seyahat boyu el kremi, duş jeli, vücut kremi ile birlikte sunulan yılbaşı küresi size kışın ortasında yazı hissettirecek kadar mutluluk vermeye hazır. Fiyatı 56 TL.

Hugs & Kisses El Kremi & Lip Balm İkilisi
Hugs&Kisses; her yıl olduğu gibi bu yıl da L’Occitane Severlerin favorilerinden biri olmaya aday. L’Occitane’ın efsane ürünlerinden oluşan geniş el kremi ve lip balm yelpazesinden dilediğiniz ikiliyle farklı ve eğlenceli Hugs&Kisses hediye setini oluşturmak sizin elinizde. Fiyatı 60 TL.

İlham perilerinin parfümü Arlesiénne ile...
L’Occitane sevenlerin vazgeçemediği parfümlerden biri olan Arlésienne parfümü ilham perilerinin dilek ve arzularını yansıtmaya devam ediyor. Zengin çiçek kokularının ince zarafeti ve beyaz miskin sarmalayan kokusunun yanı sıra setle birlikte Cherry Blossom duş jeli, Peony Perfecting krem ve Arlesiénne el kremi sunuluyor. Fiyatı 79 TL



ALZHEİMER’IN İLACI DANS ETMEK!

Okan Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Okan Bölükbaşı, dansın Alzheimer gelişimini önlemede en güçlü uğraşı olduğu ile ilgili yeni bulguların yayınlandığını açıkladı. İki farklı üniversitede yürütülen benzer çalışmaların sonuçları, beklenmedik bir durumu ortaya çıkardı.

Prof. Dr. Okan Bölükbaşı, ‘’Önceden sanıldığının aksine, bulmaca çözme ve benzeri uğraşlar Alzheimer gelişimini önlemede düşük etkinliğe sahip. Esas önemli bulgu, önlemede en yüksek uğraşın “dans etmek” olduğu şeklinde bildirildi. Çalışmalar 21 yıldan beri sürdürülüyordu. Sonuçlar, dünyaca ünlü tıp dergisi NEJM de yayınlandı. Albert Einstein Tıp Koleji’nin yaptığı çalışmaya göre Alzheimer gelişme riskini düşürmede önerilen aktiviteler ve risk azaltma oranları şu şekilde; okuma (%35), bisiklete binme ve yüzme (% 0), haftada en az 4 defa bulmaca çözme (%47), golf oynama (%0), sık sık dans etme (%76). Bu sonuçtan da anlaşıldığı gibi riski en yüksek düzeyde düşüren uğraş, bir müzik eşliğinde dans etme. Henüz hangi dans türünün daha etkili olduğu hakkında bir bulgu yok, ama dans edebilmek için birbirinden ayrı çalışan farklı beyin düzeneklerinin devreye girmesi gerekiyor. Bu düzenekler aynı anda kinestetik, rasyonel, müzikal ve emosyonel işlevlerin eşgüdümünü gerektiriyor. Alzheimer gelişimini bu ölçüde durdurmasının sebebinin bu eşgüdümsel beyin çalışması olduğu düşünülüyor. 
Prof. Dr. Bölükbaşı, henüz bir araştırma yapılmadığını ama eskrim sporu ile uğraşmanın da, aynı nedenlerle benzer düzeyde etkili olabileceği tahmininde bulunuyor.


Kadınların güzellik sırrı Shea Yağı L’OCCITANE’la Türkiye’de...


Shea yağı binlerce yıldır Burkina Faso’lu kadınların zorlu iklim koşullarında ellerini ve yüzlerini korumak için kullandığı doğal bakım ürünlerinin içeriği oldu. L’OCCITANE Shea yağının gücünü kremlerine taşıdı.


 Shea ürünlerinden oluşan ürün gamı yenilikçi ve öncü yapılarıyla cildi, koruyucu bir örtü gibi kaplıyor, tüm gün cildin pürüzsüz ve nemli kalmasını sağlıyor. Burkina Faso’lu kadınlar, ciltlerini koruyan yağı elde etmek için önce Shea fındıklarını geniş sepetlerde toplayıp, daha sonrada geleneksel yöntemler ile Shea yağını elde ediyorlar. L’OCCITANE, Shea vücut grubu ürünleri geleneksel üretim yöntemlerinin geleceğe taşınmasını da sağlıyor.


En güçlü besleyici yağ
Shea meyvesi ısıtıldığında ortaya çıkan özüt ise saç ve ciltteki lipitleri besleyen, yenileyen ve hasar gideren altın renkte bir esansiyel yağ içeriyor. Ciltte yumuşakça kayarak hızlıca emilen ve yapışkan bir his bırakmayan yağın zamansız güzelliğin sırlarından biri olduğu kabul ediliyor. Ürün gamı genişleyen Shea Yağı serisi, açılışı yeni star ürünü Ultra- Light Body Cream ve yeni Shea Shower Oil ile yapıyor. Yeni geliştirilmiş formül ile Ultra Rich Body Cream ve Shea vücut ürün grubunun diğer referansları  ise Shea Fabulous Oil, Shea Ultra Rich Body Lotion. L’OCCITANE ‘ın yeni köpüksü yapılı vücut kremi, Shea’ dan beklediğiniz etkilerin hepsine sahip ve cildi daha derinlemesine besliyor.

ULTRA LIGHT BODY CREAM 200ml
L’OCCITANE Shea yağını köpürterek ciltte hızla eriyen hafif formulüyle ciltte kalıcı bir yumuşaklık ve mükemmel bir nemlendirme sağlar. Fiyatı 147 TL

ULTRA RICH BODY CREAM 200ml
Yüzde 25 oranında Shea yağı içeren krem, 72 saat cildi nemli tutma özelliğine sahip ve ciltteki kuruluğa karşı savaşıyor. Kayısı yağı ve doğal özler ile (tatlı badem, keten tohumu, hatmi ve bal) zenginleştirilmiş içeriği ile cildi rahatlatıyor, pürüzsüzleştiriyor. Fiyatı 161 TL

SHEA FABULOUS OIL
Shea Fabulous Oil’in yeni ambalajındaki sepet deseni Shea yağının hikayesinden ilham alıyor, bu güzelleştirici yağın modern yansıması olarak vücut buluyor.  Shea yağının besleyici gücü bu satenimsi formül ile cildinizdeki kuruluğu gidermek için savaşıyor. Fiyat 129 TL.

SHEA SHOWER OIL
Lipitler bakımından zengin Shea yağı içerir, nazikçe cildinizi temizler. Besleyici yapısı tüm iklim koşulları ve suların yapısıyla savaşırken, kuru ciltleri adeta yeniden yapılandırır. Besleyici ve koruyucu bir etki yaratan duş yağı, gerginlik hissini azaltır ve cildi daha nemli ve daha dolgun hissettiriyor.
Fiyat 85 TL.
RICH LOTION
Pompalı başlığı sayesinde kolayca uygulanan losyon, Shea yağının yanı sıra nergis içeriyor ki bu özüt sayesinde çok kuru ciltlerdeki gerginlik yok oluyor. Yeni ambalajı ise Burkina Faso’lu kadınların Shea fındığı toplarken kullandıkları sepetlerden ilham alıyor. Fiyatı 115 TL.

Shea ile el ve ayak bakımı
Tüm dünyada 3 saniyede 1 adet satılan %20 Shea yağı içerikli el kremi, bal ve tatlı badem özütü sinerjisi ile yasemin ve ylang-ylang esanslarının hafif ve cezbedici aromalarının bileşiminden oluşuyor. Dokusal olarak oldukça keyifli olan bu balsam cilt üzerinde adeta kayarak ve mucizevî bir şekilde hızlı emiliyor ve nemsiz kalmış cildi iyileştirmeye yardımcı oluyor. Antioksidan E vitamini ile de elleri besler. 150 ml’si 101 TL.

%25 Shea içerikli yoğun el kremi (Shea Intensive Hand Balm) ise bakım ve yenilenmeyi üst boyuta taşıyor. Sürülen minik bir parça bile tüm eli beslemeye ve korumaya yetiyor. İçeriğinde ek olarak bulunan allantoin ve gliserin ise nemlendirmenin boyutlarını değiştiriyor. Daha yoğun bir etki için haftada bir veya iki kez maske gibi bolca uygulayıp 10 dakika kadar bekletip devamında rahatlatıcı bir masaj ile tüm elinize ve tırnak kenarlarınıza yedirmekse güzelliğin püf noktası olarak karşımıza çıkıyor. 150 ml fiyatı 106 TL
Ayaklar için bir rahatlık ve sağlık reçetesi ise Shea Foot Cream. Arındırıcı antiseptik A.O.C. Lavanta esansiyel yağı; kızarıklığı ve tahrişi azaltmaya yardımcı olurken, antienflamatuvar etkiyi içindeki dağ tütünü özütü yapar. Tazeleyici nane ise ayakları serinletir ve gençliğin gücünü geri getirir. 150 ml. fiyatı 106 TL

L’OCCITANE EN PROVENCE hakkında:
Gerçek Bir Hikâye...
Fransız kökenli L’OCCITANE, doğal içerikli güzellik ve bakım ürünleri ile kişisel bakımı keyifli bir ritüele dönüştürüyor...  Akdeniz kökenli esansiyel yağlarla ve geleneksel yöntemlerle üretilen L’OCCITANE ürünleri tamamen doğal. Ürünlerde paraben, mineral yağlar ve hayvansal içerikler kullanılmıyor, ürünler hayvanlar üzerinde test edilmiyor ve hammadde temini adil ticaret ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerine göre yapılıyor...
L’OCCITANE’ın gerçek hikâyesi, 1976'da, Fransa’nın güneyinde Provence bölgesinde Olivier Baussan'ın L'OCCITANE’ı yaratmasıyla başlıyor. Akdeniz topraklarından ve tekniklerinden ilham alan Olivier Baussan, doğal ve otantik, etkili ve iştahlandırıcı çekiciliği olan cilt bakım ürünlerini ve kokularını geliştiriyor...
Dünyada 2000’den fazla, Türkiye’de online dahil 35 mağazası bulunan L’OCCITANE’ın geniş ürün yelpazesinde, cilt ve vücut bakım ürünlerinden parfümlere, banyo ürünlerinden mum ve sabunlara 500’e yakın ayrı ürün seçeneği bulunuyor.
@loccitane

Balın mucizevi etkisi ile zenginleşen bakım deneyimi

Rêve de Miel® vücut peelingi ile cildinizi şımartın

NUXE Laboratuvarında özel olarak geliştirilen yeni ikisi bir arada Rêve de Miel® duş peeling'i, cildiniz için bal, şeker kristalleri ve değerli yağlar ile benzersiz bir bakım deneyimi vadediyor.
Cildi nazikçe ölü deriden arındırır ve cilt dokusunu yeniler. Cildi besler be hafif bir koruyucu tabaka ile kaplar.

PEELING ETKİSİ: Nazikçe öğütülmüş pirinç taneleri ve eriyen beyaz şeker kristalleri ile cildinizi arındırın.
BESLEYİCİ ETKİ: Arılar aleminin mucizesi bal, onarıcı ve yatıştırıcı etkisini içeriğindeki zengin anti-oksidan maddelere, C, B2 ve B6 vitaminlerine, aminoasitlere ve mineral tuzlara borçlu. Tüm bunların bileşimiyle bal, cilt bariyerini güçlendirmede önemli bir görev üstleniyor.
- 3 botanik yağ: Ayçiçeği, argan ve hodan yağı, Shea yağı ile birleşerek temel yağ asitleri açısından zengin, besleyici bir formül sunuyor.

BALSAMDAN YAĞA DÖNÜŞEN BENZERSİZ DOKUYA ERİŞMEK İÇİN 80'DEN FAZLA DENEME
NUXE, dokuların birbirine dönüşme özelliğini keşfederek bir kez daha kozmetik dünyasında öncü olmayı başardı. Tüm zenginliğiyle balı temel alan formül, ıslak tene masaj yaparak uygulandığında kremsi bir balsam dokusuna dönüşerek epidermis tabakasını adeta besleyici bir örtü ile kaplıyor.

DİKKAT DİKKAT! KOKUSUYLA BAĞIMLILIK YARATABİLİR!
NUXE, yine bağımlılık yaratan büyüleyici kokular konusundaki uzmanlığını konuşturdu ve ortaya mimoza ve vanilya notalarının karşı konulmaz cazibesi çıktı. Tüm duyulara hitap eden bir zevk anına hazır olun!

Doğanın mucizevi hediyesi bal, NUXE Laboratuvarı tarafından yeniden yorumlandı ve ortaya markanın efsanevi Rêve de Miel® serisi çıktı. Zengin ürün seçenekleriyle Rêve de Miel® 20 yılı aşkın süredir kuru ciltler için bir güzellik hazinesi olmayı sürdürüyor.
Kuru ve hassas ciltlerinin ihtiyaçları doğrultusunda yaratılan Rêve de Miel® serisi, balın mucizesini değerli yağlarla buluşturarak kuru ve hassas ciltlerin yağ dengesini düzenliyor, cildi yatıştırıyor ve onarıyor. Özellikle mevsim değişiminde kurumaya eğilimli ciltlerin dostu Rêve de Miel® serisinde, yüz, dudak, vücut ve el/ayak bakımına yönelik ürünler yer alıyor.
Kuru ve hassas ciltler için geliştirilen Yüz ve Vücut Yıkama Jeli, sabun içermeyen formülüyle cildi temizlerken yatıştırıyor ve yumuşatıyor. Hem yüzde hem de vücutta kullanılabilme özelliğiyle öne çıkan Yüz ve Vücut Yıkama Jeli’ni duş sırasında ya da sıcak banyo suyunuza birkaç damla ekleyerek kullanabilirsiniz. İçeriğindeki bal notaları hem cildinizi hem de ruhunuzu temizleyecek.
Serinin el ve tırnak bakımını hedefleyen El ve Tırnak Bakım Kremi ise, tüm yıl boyunca çantaların demirbaşı olmaya aday. Yağsız ve ipeksi dokusuyla ellere ve tırnak diplerine bakım yapan El ve Tırnak Bakım Kremi, cildi onarırken anti-oksidan bileşenleriyle dış etkenlerden koruyor.





Güzelliğin yeni adresi: Renouvelle Nişantaşı





Günümüzde gelişen teknoloji ve test edilmiş en yeni formüllerin kullanıldığı kozmetik ürünlerle birlikte bu gelişime paralel, işinde uzman dermatologlar sayesinde kadınların "güzellik", "bakım", "gençleşme", "estetik" isteklerine harika çözümler sunan merkezler de giderek çoğalıyor. Bunlardan biri de Dr. Burcu Yamangöktürk Solak'ın açtığı Renouvelle Nişantaşı.

Yaşı ne olursa olsun, her kadın güzel olmak, iyi görünmek ister. Sadece kadınlar mı? Artık erkekler de cilt bakımı, epilasyon, manikür yaptırarak kendine bakıyor ve bakımlı olmak istiyor. 
Ana haber bültenlerinde neredeyse hemen her akşam bu konuda hazırlanan haberleri, uzmanlardan alınan bilgileri de ilgiyle izliyoruz. 


Geçtiğimiz günlerde İstanbul Nişantaşı'dan hizmet vermeye başlamış olan işte bu güzellik ve bakım merkezlerinden birinde blog yazarları için bir davet organize edilmişti ve Sevil Şahin, davetli listesine beni de eklemiş. Bir kadın olarak konu güzellik ve bakım olunca hem merkezde yapılanlar hakkında bilgilenmek hem de Dr. Burcu Yamangöktürk Solak'la tanışmak, merak ettiklerimi sormak üzere davete katıldım.

Sabah kahvelerimizi içerken Dr. Burcu hanımla da bir yandan sohbete başladık. Hepimizin ayrı ayrı merak ettiklerinin yanı sıra ortak soruları da vardı. Burcu hanım bizleri epeyce bir aydınlattı. Yüzde oluşan ince kırışıklardan, sarkmalar için kullanılan "asma" yöntemine; güneş lekelerinden epilasyona, bölgesel zayıflama ve genel cilt bakımına kadar epeyce bir bilgilendik.

Ancak günün asıl konusu epilasyonla ilgili yeni bir gelişmeydi: Hibrit Lazer Epilasyon. 

"Hibrit Lazer Epilasyon" nedir?
Bilindiği gibi epilasyon, istenmeyen kıl köklerini kalıcı olarak yok etmektir.
Bu işlemi yaparken de cildin kendisi, yağ ve ter bezlerinin zarar görmemesi gerekir. Dr. Burcu Hanım bunu şöyle açıklıyor: 
"İnsan vücudunda bulunan kıl köklerinin hepsi aynı kalınlıkta ya da aynı derinlikte değilidir. Bu durumda her kıl için ayrı bir lazer kullanamayacağımız için değişik derinliklerde ve farklı kalınlıklardaki kılları tek nokta atışı ile aynı ışık demeti ile görebilen kalıcı epilasyon konusunda FDA onaylı iki Diode Lazer dalga boyunu tek başlıkta topladı. İşte Hibrit Diode Lazer karışıkş yani karma atışı aynı anda yapabilen bu sisteme verilen isimdir. Lazer epilasyon öyle sıradan bir iş değildir. Yaptıracağınız yerde kullanılan cihazlar ve uygulamayı kimin yaptığı çok önemlidir, mutlaka araştırın. Sonrasında tamiri zor sonuçlar yaşayabilir, cildinize zarar veren sonuçlarla karşılaşabilirsiniz." 
Dr. Burcu hanım, merkeze gelen kişilerle ne yaptırmak istediğine göre bir ön görüşme yapıyor. Cilt yapısını test ediyor, dermatolojik muayenesini yapıyor, kişinin bir öyküsü varsa onu dinliyor ve yapılması gerekenlere sonra karar veriliyor. 
Cilt bakımına 20"li yaşlardan itibaren en azından genel cilt temizliği ve maske uygulamaları ile başlanması gerektiğini tavsiye ediyor. İlerleyen yaşla birlikte cildin yapısına göre, kadının çalışma, yaşam koşulları, çevresel faktörlere göre cildin ihtiyaçları da değişiyor. Cildin kuruması, susuz kalması, makyaj artıklarından iyi temizlenmemesi, güneş ışınlarından gelen zararlar gibi genel olarak hepimizin maruz kaldığı ortak durumlar var. Kısaca derimiz, vücudumuzu saran, koruyan en önemli organımız ve ona çok iyi bakmamız gerekiyor. 
Renouvelle Nişantaşı'nda Akneli deri bakımı, antiaging deri bakımı, botox, iple yüz germe, leke tedavileri, selülit mezoterapisi, saç mezoterapisi, lazerle dövme silme gibi pek çok hizmet veriliyor.

Detaylı bilgi ve randevu için http://www.burcuyamangokturksolak.com/ adresinden ulaşabilirsiniz. 


* * * * 



Griple sağlıklı beslenerek savaşın!
Uzmanlar, bağışıklık sistemini kuvvetli tutmak ve direnci arttırarak soğuk kış günlerine hazırlıklı olmak için her yaş döneminde sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çekiyor! Beslenme yetersizliği ve dengesizliğinin dolaylı olarak neden olduğu hastalıkların en önemlileri arasında enfeksiyon hastalıkları geliyor. Söz konusu hastalıklarda metabolizma hızlanıyor, vücut dokularının yıkımı artıyor, dolayısıyla besin öğelerinin vücuttan atımı artıyor.

Uzmanlar; sağlıklı beslenmek için çeşitli besinlerin tüketimini öneriyor. Önerilen düzeyde tüketilen çeşitli besinler soğuk algınlığından korunmak için sadece besin ögelerini içermiyor, ayrıca sağlığın korunması, geliştirilmesi ve diyete bağlı kronik hastalıkların önlenmesinde etkinlik gösteren fitokimyasallar adı verilen biyoaktif bileşenleri de içeriyor. Fitokimyasalların insan bedenini sürekli tehdit altında tutan oksidatif strese karşı antioksidan savunma sistemini güçlendirdiği belirtiliyor. Besinlerde 8000’ den fazla fitokimyasal bileşen var. Bu ögelerin çoğu fenolik bileşikler diyen Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sevinç Yücecan "diyetle alınan antioksidan vitaminler ve antioksidan özellikler gösteren fenolik bileşiklerin en iyi kaynakları sebze ve meyvelerdir. Farklı sebze ve meyveler farklı besin bileşenlerinden zengin oldukları için, sebze ve meyve tüketiminde çeşitlilik sağlanması önemlidir" diye belirtiyor. Sebze ve meyve tüketiminde ve bunlardan elde edilen sebze ve meyve suyu içiminde çeşitliliğin önemli olduğuna işaret ediyor.

Prof. Yücecan, sebze ve meyve sularının içeriğinde yüksek oranda bulunan A, C ve E vitaminleri ile söz konusu fenolik bileşik içeriklerinin, yüksek potansiyelde antioksidan etkinlik gösterdiğini belirtiyor. Bu bileşenlerin sebze ve meyvelere kıyasla onların suyundan daha kolaylıkla emilebildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Sevinç Yücecan, çilek, vişne veya kırmızı üzüm suyunun antioksidan etkinliği gösterdiğini, Bu sayede de bedeni hastalıklara karşı koruduğunu vurguluyor.

Meyveyi bulamıyorsan önerilen düzeylerde suyunu iç!
Önerilen tüm meyvelerin her mevsimde bulunması ve tüketilmesi mümkün olmadığından, en pratik alternatif olarak karşımıza meyve suyu çıkıyor. Son dönemlerde, çeşitli meyvelerin bileşiminden oluşan farklı tatlarla her türlü damak tadına hitap eden meyve suları, tüketicilere daha fazla seçenek sunuyor. Uzmanların da sık sık vurguladığı gibi, günde 5 porsiyon meyve ve sebze ya da buna denk gelen düzeyde meyve suyu tüketimi sağlıklı bir yaşamın vazgeçilemez koşullarının başında geliyor.

Şeftali suyu savunma sistemini güçlendirmeye yardımcıdır
Güçlü antioksidan etkinlik gösteren fenolik bileşiklerden ve b-karoten’den zengindir. Antioksidan etkinlik gösteren bileşenler ortamı serbest radikallerden temizlerler ve serbest radikallerin neden olduğu hastalıklara karşı koruyucu potansiyel etkinlik gösterirler. b-karoten; diğer karotenoidler arasında en yüksek potansiyel A vitamini aktivitesine sahip bir bileşendir. Vücudun dış yüzeyini, sindirim, solunum, üreme ve görme organlarını dıştan gelecek mikroplardan koruyan epitel hücrelerin çalışması ve gözün ışık durumuna göre ayarlanması için gereklidir. Vücudun hastalıklara karşı savunma sisteminin oluşumunda yardımcıdır.

Vişne suyu oksidatif stresin zararlı etkilerini azaltabilir.
Vişne bileşiminde yüksek oranda polifenolik bileşenler içerir. Polifenolik bileşenlerin kanser ve koroner kalp hastalıkları gibi bazı kronik hastalık risklerinin azaltılmasında potansiyel bir etkiye sahip olduğu belirtilmektedir. Ayrıca polifenolik bileşenler antioksidan savunma sistemini aktive ederek hücre içinde gelişen ve çeşitli mekanizmalar ile proteinler, lipitler ve DNA'ya hasar veren oksidatif stresin zararlı etkilerini azaltabilir.

Kayısı suyu vücudu enfeksiyonlara karşı koruyabilir
Potasyum, folat ve A vitaminine dönüşebilen karotenoidlerden özellikle b-karoten açısından çok zengindir. A vitamini, gözlerin karanlıkta normal olarak görmesine ve alacakaranlığa alışmasına yardım eder. Hücre ve dokuların sağlıklı bir şekilde büyümelerini sağlar. Ağız, mide, ince bağırsaklar, solunum ve üreme sistemi ile idrar yollarındaki deri ve dokuların sağlıklı bir şekilde devamlılığını sağlayarak vücudu enfeksiyonlara karşı koruyucu potansiyel bir etki gösterebilir. b-karoten ve kayısının içerdiği diğer fenolik bileşenler ayrıca çok güçlü antioksidan etkinlik gösterirler ve çeşitli kanser türleri ile yaşlanmaya bağlı hastalıklara karşı koruyucu etkide bulunabilirler. 8-10 adet kayısı (250 g) veya 30 gram kuru kayısı yetişkin bir bireyin günlük A vitamini gereksinimin yüzde 100’ünü karşılar. Bir bardak (200 ml) kayısı suyunda bulunan 2300 mg b-karoten ise günlük A vitamini gereksiniminin 4-8 yaş grubu için yüzde 48’ini, 9-13 yaş grubu için yüzde 32’sini, 14 yaş ve sonrası erkekler için yüzde 21’ini, 14 yaş ve sonrası kadınlar için ise yüzde 27’sini karşılar.

Portakal suyu, bağışıklık sisteminizi destekleyerek infeksiyonlara karşı koruyucu etkide bulunabilir
Yüksek miktarda C vitamini, folat, potasyum, flavonoidler, pektin ve diyet posası içerir. C vitamini; kas, kemik ve diğer dokuları bir arada tutmayı sağlayan bağ dokusu proteinlerinden kollojenin yapımında yardımcıdır. Kan damarlarının yapısını sağlamlaştırarak yaralanmalara karşı korur. Bitkisel kaynaklı besinlerdeki demirin vücudunuzda emilmesine ve vücudunuzdaki yaralanma ve kesilmelerin iyileşmesine yardım eder. Bağışıklık sisteminizi destekleyerek infeksiyonlara karşı koruyucu etkide bulunur. Folat; vücudunuzda hücre çoğalmasını kontrol eden DNA ve RNA üretimine yardım ederek yeni hücrelerin yapımında elzem bir role sahiptir. Güçlü antioksidan etkinlik gösteren flavonoidler ise bazı kanser türlerinin oluşum ve gelişimini geciktirici, kötü kolesterol olarak bilinen LDL– kolesterol düzeyini düşürücü, iyi kolesterol olarak bilinen HDL-kolesterol konsantrasyonu yükseltici potansiyel bir etki gösterir. Dört hafta süreyle günde 750 mL (3 su bardağı) portakal suyu içen kolesterol düzeyi yüksek bireylerde plazma HDL-kolesterol düzeyinin yüzde 21, folat konsantrasyonunun yüzde 18 yükseldiği, LDL/HDL kolesterol oranının ise yüzde 16 oranında azaldığı belirlenmiştir.

Elma suyu çok güçlü bir antioksidan kaynağıdır
Elma polifenoller ve diğer fitokimyasallar adı verilen bileşenlerden çok zengindir. Bu bileşenler çok güçlü antioksidan kaynağıdırlar ve vücüdunuzu serbest radikal hasarına karşı korurlar. Yapılan çalışmalar elma tüketiminin hücresel hasarı önleyici bir etkisi olduğu, bazı kanser türleri, kardiyovasküler hastalıklar, astım, tip II diyabet, obezite gibi hastalık riskini azaltıcı potansiyel etkide bulunduğunu göstermektedir.

Üzüm suyu hücrelere zarar veren bileşenlerin düzeyini azaltabilir Potasyum, vitamin C, folat, fenolik ve flavonoid bileşenlerden zengindir. İçerdiği güçlü antioksidan etkinlik gösteren fenolik ve flavonoid bileşenlere bağlı olarak plazma antioksidan kapasiteyi yükseltir, oksidasyona bağlı DNA hasarını ve hücrelere zarar veren bileşenlerin düzeyini azaltır. Kalp sağlığını ve bazı kanser türlerine karşı koruyucu ve riski azaltıcı potansiyel bir etkisi olduğu belirtilmektedir.

Domates suyu, sağlık deposu
Vitamin C, folat, potasyum ile diğer karotenoidleri ve polifenolik bileşenleri içerir. Güçlü antioksidan özelliğinden dolayı zehirlenmeler ve infeksiyonlara karşı vücudu korur. Bazı kanser türleri, katarakt ve kalp damar hastalıklarının riskini azaltıcı potansiyel etkisi vardır. Kan basıncının düşürülmesinde etkilidir.

Nar suyu çok güçlü antioksidan aktivite gösterir
Pektin, askorbik asit ve polifenolik flavonoidlerden çok zengindir. Kalsiyum ve potasyum içerir. İçerdiği bileşenlere bağlı olarak çok güçlü antioksidan aktivite gösterir. Bu aktiviteye bağlı olarak kötü kolesterol düzeyini düşürebilir, iyi kolesterol düzeyini yükseltebilir ve koroner kalp hastalıkları riskini azaltabilir. Kan basıncının düşürülmesinde etkilidir. Karaciğer koruyucu etkisi vardır.

Vitamin deposu kırmızı meyveler
Üzüm, vişne, nar, Frenk üzümü, yaban mersini, kızılcık, frambuaz, çilek ve mürver gibi kırmızı meyveler A, C, E vitamini, folat, kalsiyum, potasyum, selenyum, α-karoten, b-karoten, lutein, fenolik moleküller ve fenolik asitler’ den zengindir. Güçlü antioksidan aktivite gösterirler. Bu etkinlikleri ile kötü kolesterol olarak bilinen LDL-kolesterolün oksidasyonunu engelleyici ve kardiovasküler hastalıkların gelişme riskini düşürücü potansiyel bir etkinlik gösterirler. Damar duvarlarını çevreleyen endotel hücrelerin işlevini artırabilir ve damar içi pıhtılaşma riskini azaltabilirler.

MEYED hakkında

1993 yılında kurulan Meyve Suyu Endüstrisi Derneği (MEYED) bünyesinde 43 üye firma bulunmaktadır. Sektördeki firmaların tümünü aynı çatı altında birleştiren MEYED, 1997 yılından bu yana Uluslararası Meyve Suyu Üreticileri Federasyonu (IFU) ve 2005 yılından bu yana Avrupa Meyve Suyu Birliği’nin (AIJN) üyesi. Derneğin başlıca amaçları; meyve suyu kavramını kamuoyuna doğru tanıtmak, sektör içi işbirliğini geliştirmek, firmalar arasındaki bilgi değişimini hızlandırmak, konu ile ilgili araştırmaları desteklemek, kamuoyunu ve ilgili kuruluşları meyve suyu faydaları konusunda bilgilendirmektir.

Hiç yorum yok: